8 Temmuz 2005

Saraybosna’dan Kesitler

Prof Mehmet Can
International University of Sarajevo


Uluslararası Saraybosna Üniversitesindeki görevime hareket etmeden hemen önce veda ziyaretlerim sırasında Türkiyelilerin Bosna-Hersek’i Sultan Fatih’in mukaddes emaneti olarak gördüklerini farketmiştim.
Onbeş sene önce Kuzey Kıbrıs’taki Doğu Akdeniz Üniversitesine giderken de Türkiye’dekilerin Kıbrıs’ı Yavru Vatan olarak gördüklerini biliyordum, ancak bir sene süren Kıbrıs’ı öğrenme sürecimde bu görüşün Kıbrıs’taki gerçekle pek uyuşmadığını anlamıştım.
Bu nedenle Saraybosna’ya önyargılarımı küçük ama rahat ve sevimli Sarajevo Hava Limanında bırakarak geldim. Beş haftadır gördüklerimle Bosna-Hersek algılamamızda da önemli değişiklikler yapmamız gerektiğini anlamakta gecikmedim.
Doğru olan birşey var: Sarajevo Osmanlılar tarafından kurulmuş bir şehir. Etrafı tepe ve dağlarla çevrilmiş tabanından büyükçe bir dere akan bir vadide kurulan bu şehir Osmanlı döneminde 1,5 km kenarı olan bir kare içine sığıyordu. Denizden 530 metre yükseklikteki bu vadi güneyde ve doğuda hızla 1500 – 2000 metreye yükselen dağlarla çevrili, Kuzeye daha açık olması kışın soğuk, yazın serin bir iklim getiriyor. Vadi Batıya doğru serbestçe uzanıyor, Avusturya döneminde ve daha sonra Tito döneminde şehir daha çok bu yönde büyümüş görünüyor.
Temmuz ayında güneşli bir Pazar gününde güneyde yükselen Bjelasnica dağına tırmanıyoruz. Sarajevo’dan ayrıldığımızda sıcaklık 32 derece idi, fazla nem olmadığı için bunaltıcı değildi ama arabada terledik. Tırmanmaya başladıkça araçtaki ısı göstergesi düştü. Yaklaşık 1600 metre yükseklikte bir yaylaya geldiğimizde termometre 25 dereceyi gösteriyordu. Dışarıda taze bir hava ve yemyeşil bir manzara bizi karşılıyor, en güzeli Türkiye’de alıştığımız kalabalıklar yok.

BjelasnicaBjelasnica

Bulunduğumuz yayladan güneye doğru önce tatlı bir meyille, sonra bir duvar gibi yükselen zirve 2000 metreyi geçiyor. Alt kesimlerde yamaç paraşütü yapanları görüyoruz, duvar gibi yükselen yerin bir kayak pisti olduğunu ürküntüyle fark ediyoruz. Bu mevsimde kar biraz daha güneydeki tepeler üzerinde küçük öbekler şeklinde kalmış, ancak Haziran ayında kar yağdığını öğreniyoruz.
Yaylada içindeki sebzelerle ve et parçalarıyla çok lezzetli ve doyurucu bir çorba (burada da adı çorba) içiyoruz. Üzerine bir de dana külbastı (Burada da Türkçe külbastı deniyor) ısmarladığımıza önce pişman oluyoruz ama gelen etin neredeyse körpe kuzu yumuşaklığında ve etrafı mis gibi kokutan kekiklerle beslendiği belli bir danadan olduğunu görünce doyduğumuzu unutup iştahla yiyebiliyoruz. Bol oksijenli, ıhlamur ve çiçek kokulu havayı doyasıya içimize çekerken batıdan kap kara bulutların yaklaşmakta olduğunu fark ediyoruz. Yamaçlarda piknik yapanların hızla toparlanması bizi de ayaklandırıyor ve kahvemizi az ilerdeki otelde, arabamıza yakın bir yerde içmeye karar veriyoruz. Burada kahve Türk veya Bosna kahvesi diye içiliyor ve birer kişilik bakır veya sarı tepsilerde, herkese ayrı minik bir cezve ve genelde sapsız fincanlarla geliyor. Şekerini sormuyorlar, çünkü içine atılmıyor, yanına konuyor ve genelde lokumla beraber ikram ediliyor. “Niye şekerini içine atmıyorsunuz?” diye sorduğumuzda “Sırplar kahveyi öyle içer, bizim geleneğimiz böyledir” diyorlar.
Ortalık iyice kararıp yağmur atıştırmaya başladığında arabamıza koşuyor ve dönüş yolculuğuna başlıyoruz, sıcaklığın 14 dereceye düştüğünü hayretle görüyoruz. Nefis bir tabiat manzarası, piknik alanları, çiçek tarlaları, olimpik kayak pistlerinin yer aldığı yaylalar arasından inip Pazar akşamı hafta sonu tatilinden araçlarıyla dönen kalabalığın arasında katılıyoruz. 4-5 kmlik bir mesafe bize Boğaz Köprüsü trafiğini hatırlatıyor, 45 dakikada ilerliyoruz. Sonra yol açılıyor ve yayladan beri hiç dinmeden yağan yağmurun kokusunu içimize çeke çeke eve dönüyoruz.
Bosna-Hersek’in insanları bu gün %50 Boşnak(Müslüman), %32 Sırp (Ortodoks), %15 Hırvat (Katolik), %3 diğerleri olarak ayrılıyorlar. Ancak Sarajevo’daki meşhur Osmanlı yadigarı Başçarşıda gezen yeni bir ziyaretçi için bu insan tiplerini birbirinden ayırmak pek mümkün olmadığı gibi, tipik bir Bosna-Hersekli yüz tipi belirlemek de imkansız: Sarışınlar, siyah saçlılar, beyaz tenliler, esmerler, kemikli, iri yapılı, kıllı, kalın kaşlı adamlar, orta kısa boylu tüysüzler bir arada. Ancak dikkatli bir bakış boy ortalamasının Türkiye ortalamasından 10-15 santim kadar fazla olduğunu fark edebilir. Anlaşılan o ki, bu gün kabaca üç gruba ayrılmış bu insanların hepsine sayısız farklı kavimin genleri katkıda bulunmuş.
Başçarşı’da gerek Türkiye’den ziyarete gelen, gerek buraya gelip yerleşmiş çok sayıda Türk vatandaşına veya Türkçe konuşan insana rastlarsınız, bunlardan bazıları esasen Boşnak kökenlidir, Türkiye’de akrabaları vardır veya savaş döneminde bir süre Türkiye’de misafir olmuşlardır. Tek katlı küçük dükkanlar, lokantalar, pastahaneler ve kahvehaneler birbirlerine taş döşeli dar sokaklarla bağlanmış, etrafları da birbirinden sevimli küçüklü-büyüklü Osmanlı camileriyle çevrilmiştir.

Bascarsida SebilBaşçarşı

Tabii yer yer serpiştirilen sebiller ihmal edilmemiş. Burada henüz Allah’ın suyunu plastik şiselere doldurup benzinden pahalıya satmaya başlamamışlar. Boşnakçadaki Türkçe kelime sayısı bizi şaşırtıyor, biraz yaşını almış olanlar “Eskiden çok daha fazla Türkçe kelime vardı, fakat dilin modernizasyonu sonunda çoğu unutuldu, bizim bildiğimiz kelimelerin çoğunu yeni nesiller bilmez” diyorlar. Aslen Boşnak olan, Türkiye’de doğup büyüyüp okuyan, ABD’de doktora yapan ve yıllardır İsviçre’de yaşayan Hukuk Doktoralı Alia Yılmaz bize buralarda yürütülmeye çalışılan bir “Türklükten arındırma” projesinden bahsediyor, üzülüyoruz.
Kiralık ev ararken bir üniversite personelinin teyzesinin evine bakmaya gidiyoruz. Başçarşının hemen arkasında güneydoğuya yükselen tepeye doğru yöneliyoruz. Bir kez daha önceki gelişimizde hüzünle ziyaret ettiğimiz merhum Aliya İzzetbegoviç’in de yattığı şehitliğin olduğu yere geliyoruz. Şehitliğin yanındaki daracık bir sokaktan aracımızla zorla ilerleyip, nehri ve Başçarşıyı yukarıdan gören bahçe içinde iki katlı bir eve geliyoruz. Ev sahibi sanki bizim bir teyzemiz veya babaannemiz, aynı kıyafet, aynı nezaket ve misafirperverlik. Evin düzeni bile bizde sanki Bursa’daki teyzemizi Bayram ziyaretine gelmişiz duygusunu canlandırıyor. Teyzemiz Türkçe konuşarak bizi biraz daha şaşırtıyor, savaş döneminde Istanbul’a gidip birkaç sene yaşamış. 100 senelik bu evin alt katını 30 sene önce almış. Ikram ettiği meyve suyunu içip elini öpüp ayrılıyoruz. Burada ayrılırken “Allah’a emanet” deniliyor, tabii karşılaşıldığında geleneksel selam veriliyor.
Şehir merkezindeki evlerin çoğunun 50 – 60 metrekare kapalı alanları var, bize çok küçük geliyor, yeni gelişen mahallelerde daha büyük daireler bulabileceğimizi söylüyorlar. Burada kışın ısınma büyük bir sorun, yıllar önce getirilen doğal gaz sayesinden Sarajevo bir zamanlar Ankara’nın yaşadığı korkunç hava kirliliğinden kurtulmuş. Savaşın sonucu olarak meydana gelen etnik yer değiştirme ve göç Sarajevo’ya bir nüfus akışı getirmiş. Onca yokluğa ve fakirliğe rağmen insanlar gecekondu değil, bahçe içinde 2-3 katlı küçük ve sevimli evler yapmaya çalışıyorlar. Ancak imkanları olmadığı için evler sıvasız, hatta çoğunun henüz pencereleri takılmamış, naylonlarla kapatılmış. Bir kısmının üst katları henüz oturulabilir hale bile getirilememiş. Başçarşı’daki dilencilerin varlığı, şehrin özellikle eski mahallelerindeki otopark yetersizliği, araçların kaldırımlara park etmesi, kuralsız davranan yaya veya şoförlere öfkeyle korna çalma adeti, sıcak yaz gecelerinde geç saatlere kadar dışarıda oturup yüksek sesle müzik dinleyen komşular nedense bize hiç yabancı gelmiyor. Piyasa denilen ve günlük kurulan çarşı ve pazarları da unutmayalım. Bosna’da yetişen sebzeler hala çok lezzetli, domatesler nefis, çileklerin tadı ve kokusu mükemmel. Yoğun işsizlik bu Piyasalarda kendini gösteriyor, herkes birşeyler satmaya çalışıyor. Türkiye’den gelen pek çok dayanıklı ürün bulmak mümkün ama burada yapılacak ve buraya satılacak daha çok şey var, girişimcilere duyurulur.

Bosnanın İlk Muvahhidleri
Aynı dili konuşan bölge halkının bu günkü Sırp, Hırvat, Boşnak ayırımı daha 12. yüzyıldan itibaren kiliselerin farklılığıyla şekilleniyordu. Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Roma Katolik kilisesine bağlı oldukları halde bölgede çok farklı bir kilise örgütlenmesi daha vardı: Bosna kilisesi.
Bosna kilisesinin özellikleri bilinmeden, Bosna-Hersek’in yeni ve yakın çağlarda bir Müslüman topluluk olarak ortaya çıkışı anlaşılamaz. Tarihçilerden bazıları Bosna Kilisesini, Bulgaristanda Bogumil adlı bir rahip tarafından ortaya konulan ve Bogomillik denilen farklı bir Hıristiyanlık yorumu ile ilintilendiriyorlar . Bu Hıristiyanlık anlayışı aynı yüzyıllarda Güney Fransa’da da kendini gösteriyor.
Bosna Kilisesinin inanç esasları şöyleydi: Hz İsa’nın çarmıha gerilmesi, bir göz aldanmasıdır. Hz. İsa’nın fiziksel ölümü çarmıh üzerinde gerçekleşmemiştir. Suyla vaftizleme adeti doğru değildir. Haç da yanlış inançtan kaynaklanan bir semboldür, kullanılmamalıdır. Gösterişli kilise binaları ve manastırlar yapmak, onları suretlerle süslemek doğru değildir. Allah birdir ve Hz İsa onun elçisidir. Bosna kilisesi mensuplarının mezarlarında haç da bulunmaz.

LjubinjeLjubinje

Bunlar lahidler ya da dikili taş şeklindedir. Bu haçsız mezarlar, Bosna kilisesinin Bulgar Bogomil anlayışı ile ilgisini de şüpheli hale getiriyor. Çünkü Bulgaristan Bogomillerinin böyle haçsız mezarları yok.

Diğer taraftan bir Bosna Kilisesi ileri geleninin mezar taşında: “Burada iyi adam Mişlen yatıyor. Onun için İbrahim, kurala göre, o yüce misafirperverliğini hazırlamıştır” diye yazılıdır. Bosna Kilisesine ait kilise binaları daima yolculara gönüllü hizmet vermek için yapılmış bir kervansaraya bitişik, gösterişsiz binalar olurdu. Kilisenin başındakilere de “hizmetçi” manasına strojnik denirdi.
Bosnak kilisesi bu monoteist İbrahimi özelliklerinden dolayı Katolik Kilisesi liderliğinden bir çok defa sert uyarılar almıştı. Yüzeyden bakanlar, Osmanlı fethini izleyen yıllarda Bosnalıların kitleler halinde Müslüman olmasını, Bosna Kilisesinin İslamı seçmesine bağlarlar. Bu doğru değildir. Bosnalılar İslamı seçerken, Ortodoks ve Katolik kiliseleri ile birlikte Bosna kilisesi de cemaatini muhafaza etmek için sonuna kadar rekabet etmiştir.

Bosna’nın Gönül Erleri
Bölgeyi 1050’lerden itibaren İslam tebliğcileri ziyaret etmeğe başladı. Halk, İslamda kendi inancının mükemmele ulaştığını görüyordu.
BLAGAY TEKKESİ
Mostar’daki Blagay dergahında yatan, 13. Yüzyılda bu topraklara sandukasını gönderen Sarı Saltuk öncülerden biri.

BlagayBlagay

Buna Nehri’nin mucizevi bir şekilde doğduğu yamaçta kurulu, yüzlerce yıllık manevi bir kale Blagay Tekkesi. Aynı zamanda aksi tüm propagandalara rağmen bölgenin "bizden bir yer" olduğunun da delili. Bazı mekanlar vardır. Buralarda tüm dertlerinizi, endişelerinizi ve geleceğe dair beklentilerinizi bir kenara bırakıp oturmak ve ortamı iliklerinize kadar hissetmek istersiniz.
Sanki buralar bütün sorunlarınızdan, kaygılarınızdan ve endişelerinizden kurtulmanız için hazırlanmış birer vahadır. Üstelik etkili manevi havası en alâkasız insanda bile bir şeyler uyandırabilecek kadar güçlüdür. İşte böyle mekanlardan biridir Mostar'daki Blagay Tekkesi.

Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerdeki tekkeler, aslında Balkan coğrafyasının karakteristik özelliklerinden. Dervişlerin dünyanın karmaşasından azâde, iç âlemlerine, Yunus"un "Bir ben vardır bende benden içerû" diye tanımladığı gönüllerindekine yönelebilmeleri için olsa gerek sakin yerler tercih edilmiş tekkeler için. Osmanlı bölgeyi fethetmeden onlarca yıl önce buralara gelmiş ve bir nevi "fetihten önce fethi" gerçekleştirmiş olan Anadolu erenlerinin mekanları, bulundukları coğrafyada iyiliği, güzelliği ve Allah sevgisini yaymalarıyla bir nevi cazibe merkezi, manevi çekim alanı olmuş. Ama yanı başında mucizevi bir şekilde doğan Buna Nehri'nin coşkulu akışı, suların âhenkli şırıltısı, etrafı kaplayan zakkum ağaçlarının beyaz ve pembe çiçekleri, tekkenin sırtını dayadığı devasa dağ ayrı bir hava katıyor Blagay’a.

Blagay Köyü"ne yakın olduğu için Blagay Tekkesi olarak bilinen ama aslında Sarı Saltuk Tekkesi olan bu mekan şimdilerde Halveti Tekkesi olarak kullanılıyor. Tekke mimari olarak diğerlerine benzediği gibi hikayesi itibariyle de Balkan coğrafyasına yayılmış onlarca tekkeye benziyor. Osmanlı henüz buralara gelmeden, 1466'da bir Anadolu dervişi buralara kadar gelmiş ve Buna Irmağının çıkış kaynağı olan mağaranın yanına postunu sermiş. Bıçakla kesilmiş izlenimi veren bir dağ yamacının eteğindeki tekkede yaşayanlar, yüzlerce yıl bölgeye manevi güç katmışlar. Bölgenin maddi susuzluğu Buna Nehriyle, manevi susuzluğu da Blagay Tekkesiyle giderilmiş. Üç katlı ahşap binadan oluşan tekkenin bir bölümünde dervişler hayatlarını devam ettirmişler, bir bölümüne de dünya hayatından geçenler defnedilmiş. Blagay Tekkesinde insan, dünya ve ahiretin, tekkeyle türbe arasındaki kapıdan geçiliverecek kadar yakın olduğu hissine kapılıyor.

Sedirleriyle, kilimleriyle ve pencerelerdeki el emeği perdeleriyle tipik bir Anadolu evine benzeyen tekke bu özelliğiyle özellikle Türkiyeden gelen misafirlerine çok tanıdık geliyor.

Sarı Saltuk'un dünyanın 8 yerinde kabrinin bulunduğunu söyleyen dervişleri, onun kurduğu dergahı onararak havası ve suyuyla eşsiz güzelliğe sahip beldedeki canlılığı sürdürmüşler. Mostar şehir merkezine 15 km uzaklıktaki Blagay Köyü yakınlarındaki tekke adeta çölde bir vaha. Balkanların hareketli toplumları ve insanlarına inat olabildiğince sakin ve dingin. Sanki sırtını dayadığı dağ ve kayalıkların arasından fışkıran Buna Nehri ile bütünleşip, başka bir dünyanın parçasıymış gibi davranıyor. İster dindar olsun, ister sadece huzur bulmak ya da coğrafyanın güzelliğinden bir şeyler nasiplenmek istesin, insanların buluştuğu adres olmuş yüzlerce yıldır. Bu sebeple yolu bir şekilde Bosna Hersek'e düşmüş herkes mutlaka Blagay'a uğruyor, şifalı kabul edilen suyundan içiyor, nar ve zakkum ağaçlarının rengarenk çiçeklerinin altında oturup ruhunu dinlendiriyor.

Balkanlarda tekke ve zaviyeler geçmişte de yalnızca dini-tasavvufi yapılar değildi. Birer sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel kurumdular ve bulundukları bölgeye rengini veriyorlardı. Osmanlı'nın kısa sürede tüm Balkanları fethetmesi ve burada kabul görmesi hatta Hıristiyan toplulukların bir bütün halde İslama geçmesi buralarda kurulmuş olan tekkelere dayanıyor.

Blagay Tekkesi Mostar ve civarında önemli bir manevi merkez. Gerek Sarı Saltuk"un gerekse de kendinden sonra gelen talebelerinin yüzyıllardır aralıksız devam ettirdikleri tasavvufi geleneklerin çekiciliği bugün de ülkenin dört bir yanından gelen Müslümanları cezbediyor. Tüm dini bayramlarda ve mübarek gecelerde civar kentlerden gelen bölge halkıyla tam bir bayram yerine dönüyor burası.

Tekkenin kendisi kadar bağlı bulunduğu Mostar kenti de masalsı bir yer.

Mostar KoprusuMostar

Ve bu masalsı kentin iki yüzü var. Bu yüzleri, kenti ikiye bölen Neretva Irmağı değil, Boşnak ve Hırvatların yerleşim bölgeleri belirliyor. Bir yanda savaşta çoğu tahrip edilse de Osmanlı"dan kalan eski ve tanıdık bir yüz, bir yanda da Avrupa"ya yüzünü ve yaşama biçimini dayayan bir kent. Ezan sesleriyle çan sesleri birbiri ardına yükseliyor semaya. Bu iki farklı dünyanın kesişme noktası ise Blagay Tekkesi.

AYVAZ DEDE
Ajvatovice, yani “Ayvaz Dede” nin Travnik civarındaki mekanı bu gün bile Haziranın son Pazarı, büyük bir şenliğe sahne olur.
Bu seneki şenliğe biz de katıldık. Sabahın üçünden itibaren ayaktaydık. Üç saatlik bir yolculuktan sonra güzel Osmanlı mimarisi evleri ve Medresesi ile Travniki geçip, yüzlerce otobüsle birlikte Ayvatoviçe’ye geldik.
Önümüzde daha yaya yürünecek beş kilometre vardı. Bizim gençler oflayıp puflarken, kiloları yerinde yaşlı teyzelerin gayretli yürüyüşleri şaşırtıcı idi.
Birkaç hafta önce ziyaret ettiğimiz Reis-ül Ulema Prof. Mustafa Çeriç tarafından uyarılmamış olsaydık biz de Paris’ten ya da herhangi bir Avrupa büyük şehrinden giyinip gelmiş gibi görünen hanımefendilerin o yokuşu tırmanışlarına bakıp orada ne aradıklarını merak edebilirdik.
Reis-ül Ulema, bir Hollandalı gazeteci ile mülakatını anlatıyordu. Gazeteci şöyle sormuş:
- Efendim sokaklarda örtülü genç bayanların çoğaldığını gözlemliyorum. Bu, Bosnanın fundamentalizme kaydığını mı gösteriyor?
Reis-ül Ulema hiç de alttan almıyor:
- Onlar bir şey değil, siz bir de başı örtülü olmayanları tanısanız!
Gerçekten de buradaki dindarlık düzeyini giyimden yola çıkarak değerlendireye kalkanlar fena halde yanılabilirler.

Biz yolun yarısındayken arkamızdan atlılar yetişip yukarı doğru kayboldular.
Ayvaz Dedeye vasıl olduğumuzda geniş bir meydan, ses düzenekleri ve bir konuşma platformuyla karşılaştık. Bosna ilahi gurubundan ilahiler seslendiriliyordu. Bir ara ilahi niyetine Tatlıses bile dinledik galiba.
Öğleye doğru kara yağız genç bir hafız mikrofon başına geldi. Fetih suresinden aşağı doğru bir saata yakın okudu. Öğle ezanınından yarım saat kadar önce Reis-ül Ulema kürsüye çıktı. Boşnakça hisli bir konuşma yaptı.
Ezan okunurken meydan namaz düzeni aldı. Meydanın arka gerisinde kadınlar da saf tuttu, hem de Paris defilelerinden çıkmış hanımlar en önlerde olmak üzere.
Ayvaz Dede geleneği Batı Anadoludaki Mahya geleneğine çok benziyor. Tire’nin Büyükkemerdere köyünde de yılda bir defa Hoca Ahmet Yesevinin müridlerinden Sarı Salih’in mezarı başında böyle bir merasim yapılır. Bir farkla, namazdan sonra binlerce misafire yemek yedirilir. Burada ise herkes kendi yiyeceklerini yanında getirmişti. Bereketi temsil eden güzel bir yağmur yağmaya başladığında biz de toparlanmaya başladık. Sanki bütün Bosna buraya gelmişcesine yoğun bir trafik oluşturarak dönüş yolculuğuna geçtik.