23 Şubat 2021

Bir Zirve Hikayesi: Ağrı Dağı

Osman Arı
Makina Mühendisi

Benim için dağların, fiziki ve coğrafi varlıklarından öte anlamları vardır. Her yürüyüşüm bir dağa çıkar. Dağlar benim için özel mekânlardır. Gündelik hayatın hengâmesinden/karmaşasından, büyük şehirlerin insanı sıkan, adeta boğan havasından kaçıp sığındığım mekânlar... Dağlar fiziki olarak sanki yeryüzünü sabitleyen, allak bullak olmasını engelleyen sabiteler olmalarının yanında; sarsılan, hercümerç olan ruhları toparlayan, iyileştiren yerlerdir de. Dağ orada durur ve biz onun çağrısına uyarak dağa gideriz. Dağlar sadece günümüz modern insanın değil, geçmiş dönemlerde de peygamberlerin, filozofların, mistiklerin, sufilerin, keşişlerin, şairlerin dikkatini çekmiş ve dağ bu insanlar için bir sığınak olmuştur. Eskiden şehirler genellikle sırtlarını dağa yaslarlar, tapınaklar dağların yükseklerine yapılırmış.

Üstad Sezai Karakoç Diriliş’i anlatırken dağ metaforunu kullanır. Ve bizi “Diriliş Hunisi” dağa çağırır, ağır yüklerimizle, yıkıntılarımızla ve çürüyüşümüzle. Yine Sezai Karakoç Diriliş Çevresinde kitabında yazdığı dağ yazısında; “Her insanın içinde büyüyüp gelişen, rüzgâr akıtan, sır gümüşünü seslendiren bir dağ vardır. Hayat önünde sıkışan her insan o dağa kaçmayı hayaller hep.’’ der. Bazen “kaçışlarım’’, bazen “arayışlarım’’ yolumu hep dağlara çıkarmıştır. Bundan dolayı da hiç bir zaman dağların çağrısına hayır demedim.

Bu tırmanış da öyle oldu. 10 yıl önce çıktığım Ağrı dağına tekrar çıkma düşüncem vardı. Ancak bu yıl, pandemi sebebiyle böyle bir planım yoktu. Süphan dağına çıkma ile ilgili yaptığım bir araştırmada Ağrı dağı tırmanış programına rastladım. Program bir hafta sonra başlıyordu ve iki kişilik de yer kalmıştı. 2-3 günlük düşünme süresi sonunda gitmeye karar verdim. Ve kalan süre zarfında eksikliklerimi tamamlayarak pazar sabahı grupla buluşmak üzere Van’a geçtim. Havaalanında grubumuzla buluştuktan sonra Van’ın meşhur kahvaltısını yaptık.

Ardında yolumuzun üzerinde Muradiye şelalesine uğruyoruz. Hava yağışlı olduğu için şelalenin suyu bulanık. Öğleden sonra da Doğubayazıt vardık. Grubumuz 10 kişi, oldukça renkli bir grup ve gördüğüm kadarıyla içlerinde tecrübeli dağcılar var. Yaş ortalaması 50’nin üzerinde görünüyor. Hepsi eğitimli ve 3’ü de hanım. Hepsinin ortak özelliği ise dağları ve gezmeyi çok sevmeleri.

Doğubayazıt’a varır varmaz otele yerleştik ve ardında son eksik malzemelerimizi tamamlamak üzere çarşıya çıktık. Hava yağışlı ve serin. Ağrı dağı bulutlarla kaplı, yüzünü göstermiyor. Neyse ki hava raporlarına göre tırmanacağımız süre boyunca yağış yok. İşlerimizi tamamlayıp otele dönüyoruz. Yukarıya çıkaracağım eşyaları hazırlayıp erkenden yatıyorum.

Sabah namazında otelin penceresinden baktığımda Ağrı hafif bulutlar arasında görünüyordu. Biraz fotoğraf çekiyorum. Hava açık, yağmur bulutları dağılmış. Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 08.45’de otelden minibüsle ayrıldık. Yaklaşık 1 saatlik bir yolculuğun ardından Çevirme köyünü geçtikten sonra minibüsten indik. Ağır eşyalarımızı koyduğumuz çantalarımızı atlara yüklüyoruz. Burası oldukça kalabalık. Bizden önce Ukraynalı kalabalık bir grup gelmiş. Hava hafif bulutlu ve serin. Yürüyüş için ideal bir hava. Zirve yüzünü yine göstermiyor. Saat 10.00 civarında meyilli ve nispeten rahat bir parkurdan yürüyüşe başlıyoruz. Yürüyüşe başladığımız yükseklik 2.000 m civarında. Organizatör ve rehberimiz Faik Kayhan yurtdışı tecrübesi de olan bir dağcı. Yürüyüşle ilgili gerekli açıklamaları yapıyor ardından yerel rehberle birlikte yavaş bir tempoyla yürüyüşümüze başlıyoruz. Önümüzde zirveye kadar uzun ve zorlu bir yol var. Önceki Ağrı dağı tırmanışına başka bir rotadan, Eli köyünün üstünden başlamıştık. Bir müddet Ukraynalı grupla yürüdükten sonra Ukraynalı grubun ilerlemesi için biraz ağırdan alıyoruz. Ağrı dağı kamp kuracağımız 3200 metre çizgisine kadar bulutlarla kaplı, zirve görünmüyor ancak, kamp yeri açık.

Hz. Nuh'un gemisi tufandan sonra bir dağın üzerine konmuş, Hz. Musa Allah (CC) ile görüşmeye Tur dağına çıkmış, Peygamberimize ilk vahiy Hira’da inzivada iken gelmiştir. Her dağda Tur'dan ve Hira’dan bir yansıma vardır. Belki de bizi dağlara çeken budur.

10 yıl sonra yine Ağrı’dayım. Ağrı dağının zirvesine çıktığımda, İran’ın en yüksek dağı Damavend’e (5.671 m) çıkmayı hedeflemiştim. Nitekim 3 yıl sonra Temmuz 2013’de Damavend’e çıkmak nasip oldu. Orada da Tanzanya’da Afrika’nın en yüksek dağı Kilimanjero (5.895 m)’ya çıkmayı hedeflemiştim. Henüz kısmet olmadı. Sponsor bulmadan da biraz zor görünüyor. Kısmet artık…

Ağır tempo ve kısa molalarla yaklaşık 5,5 saatte 3.200 m’deki birinci kampımıza ulaştık. Kamp yeri oldukça kalabalık. Çoğunluğu Rus, Polonya ve Ukraynalı yabancılar oluşturuyor. Ben yükümü hafifletmek için çadırımı getirmemiştim. Kamp sorumlusu arkadaş kalabileceğim çadırı gösteriyor. Çadırıma yerleşiyorum. Yöre insanı için Ağrı dağı tırmanış organizasyonu ve rehberlik ciddi bir uğraş. 10 yıl öncesine göre daha organize ve düzenli gördüm. Her grubun sabit mutfak çadırı var. Burada sabah kahvaltıları ve akşam yemekleri aşçı tarafından hazırlanıyor. Öğleyin de çay, bisküvi ve meyve ikramı oluyor. Mutfaktan sıcak su temin etme imkânı da var. Kamp alanına yukarıdan 4.000metreden borularla su getirilmiş, (çok temiz olmasa da) sabit tuvalet var. Kamp yeri nispeten düz bir alan ve kar sınırının altında. Akşam yemeğimizi yedikten sonra güneşin batmasıyla hava birden soğumaya başladı. Bulutların dağılmasıyla (bir haftalık) ayın ve yıldızların ışıltısı altında zirve kendisini gösterdi. Yatsı namazıyla birlikte uyku tulumuna girerek uyumaya geçiyorum. Diğer çadırlardan (özellikle yabancılardan) konuşma sesleri geliyor. Bir müddet sonra hava daha da soğuyor. Kalkıp üzerime giyebileceğim her şeyi giyiyorum. Bu arada dışarı tuvalete çıkma ihtiyacım oluyor. Ay batmış, yıldızlar sanki dağın üzerine dökülüyor. Samanyolu tam da zirvenin üzerinden geçiyor. Hava ayaz kesiyor. Bu kadar soğuk olmasa da yayla kamplarında yaptığımız gibi sırtüstü uzanıp yıldızları seyretsem ama ne mümkün!

Tekrar uyku tulumuna giriyorum ancak ısınmam mümkün değil. Daha önceden İran’dan aldığım ve pek kullanmadığım üzerinde -250 C yazan uyku tulumum maalesef bu şartlara uygun değilmiş. Sabahın olmasını beklemekten başka yapacak bir şey yok. Bir müddet sonra küçük buz parçalarının kırağı olarak çadırın üzerine yağdığını duyuyorum. Çadırın iç cidarları da bembeyaz olmuş. Gece alçaktan uçan uçak seslerini andıran sesler duyuyorum. (Sabah arkadaşlar bu seslerin kamp alanı üzerinde uçan dronların sesi olduğunu söylediler.) Bunun üzerine kampın bekçisi köpekler havlamaya başlıyor. Köpeklerin havlamaları sabaha kadar kesilmedi. Bu arada (muhtemelen) kurt ulumaları kulağıma geliyor. Köpeklerin çadırların arasında devriye (!) gezerken çıkarttıkları hırıltılı nefeslerini duyuyorum.

Donmadan sabahı edebilecek miyim? Hayatımda hiç bu kadar üşümemiştim. İran’da Damaved’e çıkarken de çok üşümüştüm ama güneşin çıkmasıyla ve hareketli olduğum için bir müddet sonra ısınmıştım. Çaresiz çadırda, uyku tulumunun içinde bir sağa bir sola dönerek sabahı yaptım. Hava ağarmaya başlayınca kalktım. Her yer bembeyaz kırağı kesmiş, sular donmuş. Aşçımız da kalkmış ocağı yakmış, ocağın başında ısınıyorum. Gece üşüyüp uyuyamayan sadece ben değilmişim. Başka arkadaşlar da ısınmak için geliyorlar. Neyse ki güneş yükseldikten bir müddet sonra hava ısınmaya, buzlar çözülmeye başladı. Faik’e ve kamp sorumlusu Cuma’ya gece üşüdüğümü söyleyince; keşke gece haber etseydin, yardımcı olurduk dediler. Doğrusu gece onları rahatsız etmek istememiştim. Neyse bana bu şartlara uygun bir uyku tulumu verdiler. İnşallah bu gece yaşadığım kâbusu artık yaşamam. Sıkı bir kahvaltının ardından sırt çantalarımızı hazırladık. Bugün aklimatizasyon (yüksek irtifaya uyum) günü; 4.200 m’ye çıkıp tekrar 3.200 m kampına geri döneceğiz. Bunu vücudumuzun yüksek irtifaya uyumu için yapacağız. Aklimatizasyon yüksek irtifada tırmanış için ihmal edilmemesi gereken önemli bir konu. Yüksek irtifada oksijen yoğunluğu az olduğu için teneffüs esnasında vücudun aldığı oksijen miktarı da azalıyor ve bu da akut dağ hastalığı denen vücutta baş ağrısı, yorgunluk, iştahsızlık, mide bulantısı, uykusuzluk hatta akciğer ödemine varan ciddi sağlık problemlerinin oluşmasına sebep olmakta. 3.200 - 4.200 m arası oldukça dik ve kayalık bir zeminde küçük zikzaklar çizerek tırmanıyoruz. Hava açık, rota oldukça kalabalık. Bizim kaldığımız 3.200 m kampın haricinde iki kamp daha var. Oradan da dağcıların katılımıyla renkli görüntüler ortaya çıkıyor. Rota çok dik. Geriye doğru baktığımda sanki uçurumun kenarında duruyormuşuz gibi bir hisse kapılıyorum. Mola verdiğimizde bizden önce gelmiş diğer kampın rehberi dikkatimi çekiyor. 10 yıl önceki tırmanışta bize rehberlik yapan Zeki’yi, hemen tanıyorum. Tamamı yabancılardan (ben hariç) oluşan 7-8 kişilik grubumuza rehberlik etmişti. Biraz konuşunca o da hatırladı. Güzel ve rahat bir tırmanış olmuştu. Zeki bıkmadan, yorulmadan rehberliğe devam ediyordu.

4.5 saat kadar süren bir tırmanıştan sonra 4.200 m kampın altında yaklaşık 4.000 m rakımda K. Ağrı’ya bakan bir sırtta mola verdik. K. Ağrı birkaç gün önce yağan karla bembeyaz olmuş. Ağrı dağı ile K. Ağrı arasındaki vadideki bulut/sisin akışı gerçekten görülmeye değer manzaralar oluşturuyor.

Sırada bakalım kısmetimize hangi yüce dağ tırmanışı var?

İktibas: Mimar ve Mühendis dergisi Sayı 116 (2020) sayfa 96-99

Yazının devamı şu linkte: mmg.org.tr/tr/yazarlar/osman-ari-32


3 Şubat 2021

158 Yıllık Çınara Balta Vurmak

Ülkü Feyyaz Taktak BÜ75 ve BÜ79

Şişli Terakki Lisesi mezuniyeti sonrası, rahmetli annemin emrivaki yaparak, benim bilgim ve isteğim olmamasına karşın beni giriş sınavlarına yazdırttığı ve bunu sınavdan birkaç gün önce öğrendiğim o zamanki adıyla Robert Kolej Yüksek'e sınavda başarılı olarak girmiştim. Hazırlık, lisans ve lisans üstü eğitimimi (yaklaşık 7 senemi) öğrenci ve öğrenci asistanı olarak benim için çok özel bu okulda geçirdim.

Öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının Türkiye standartlarının çok altında olduğu, öğrenci - öğretim üyesi ilişkisinin derslerde saygılı, ders dışında arkadaşça olduğu bir okuldu. Derslerin ve ders dışı faaliyetlerin neredeyse aynı ağırlıkta olduğu, yatılı olmayanların okuldan eve dönerken üzüldüğü, İstanbul'un en güzel manzaralı okulu olduğunu düşünüyorum. 

1970'li yılların üniversitelerindeki kaotik ortamdan çok uzak bir öğrenim gördük. Bunun nedeninin öğrencilerin olaylara duyarsız olduğunu düşünmeyin. Okulda sık sık her konuda demokratik forumlar yapılır, buna tüm öğrenciler katılır (o zaman 600-700 kişiydi tüm okul öğrenci toplamı) ve alınan kararlara yönelik oylamalar açık ve isim okunarak gerçekleştirilirdi. Forumlara beş çayı arası verilmesi diğer üniversite öğrencilerince "sosyetik" bulunurdu :). Bu yıllarda okulun Robert Kolej'in lise binasının olduğu alana aktarılmasının önlenmesi  ve Üniversite olmasına yönelik mücadeleler için boykotlar, yürüyüşler yapılırdı. Bunlar gerçekleştirilirken eğitimin aksamaması için boykotlar istisnalar dışında genelde Cuma akşamı başlatıp Pazartesi sonlandırılırdı. Bunların sonucunda da Boğaziçi Üniversitesi kuruldu ve ben de ilk mezunlarından oldum. 

Boğaziçi üniversitesi öğrencileri böyle demokratik bir ortamda yetişirler, herkes birbirinin görüşlerine tam zıt görüşte bile olsalar saygı gösterirler, iletişimleri kuvvetlidir ve şiddete başvurmazlar ve en önemlisi şiddetle yıldırılamazlar.

Son yaşananlara gelince, bence tüm Boğaziçi Üniversitesi mezunları bunlarla ilgili görüşlerini kamuoyuyla paylaşmalıdır. On binlerce mezunun görüşleri  kamuoyunun oluşturulması, aydınlatılması açısından önem taşımaktadır görüşündeyim. Tüm mezunların görüşlerinin aynı olmasını beklemiyorum okulumuzun bizlere kazandırdığı kültürü düşününce. Değerlendirmenin çok yönlü olmasının da sağlıklı olduğu kanısındayım.

Türkiye'nin üniversite seçme yerleştirme sınav sonuçlarına göre en değerli öğrencilerinin büyük bir bölümünü bünyesinde bulunduran Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör atanırken çok daha dikkatli olunması gerektiğini düşünüyorum. Yapılan atamanın Boğaziçi Üniversitesi'ni bulunduğu yerden daha ileriye götüremeyeceği açıkça görünüyor. Sonunda kaybeden Boğaziçi Üniversitesi ve Türkiye olacak gibi.  Mevcut rektörün tüm tepkilere, yardımcı bile atayamadığı ortama, öğrencilere uygulanan şiddete karşın hala oturduğu koltuğa sarılıp istifa etmemesi zaten Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğüne hiç uygun olmadığının en büyük göstergesi. Üniversitenin tarihinde üniversiteye hiç polis girmemişken, rektörün üniversiteye ancak polisle gelip gidebilmesi ise trajikomik.

Sevgili Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi kardeşlerim "doğru bildiğiniz yolda gerekirse yalnız yürüyün". Kendinize olan saygınız her şeyden çok daha önemlidir. Yalnız değilsiniz. Dün akşam Kadıköy'de biber gazlı polis müdahalesi sırasında yerde kalan çok sevgili arkadaşım Ahmet Eymirlioğlu'na birinizin söylediği gibi "torunlarınız sizlerle gurur duyacak".

Sevgi ve saygılarımla.