22 Ağustos 2005

Gene Yedi Tepe

Akif Eyler
Marmara Üniversitesi


Istanbul'un yedi tepesini merak edip araştırmaya başladıktan sonra Google Earth programı çıktı. Bu program her noktada enlem ve boylam bilgileri yanında yükseklikleri de gösterdiği için, bununla tepelerin tesbiti çok kolay oldu. Önceki yazıdaki resimlerle saatlerce uğraşmıştım, bu resim on dakikada çıktı.



Bir de panoramik fotograf buldum. California Üniversitesinden Stephan Garcia'nın Türkiye arşivinden. Resmin aslı orada mevcut, 5MB.



Resimde, ilk üç tepe üstündeki sekiz anıt-eser ufukta sırayla görünüyor:
Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Nurosmaniye Camisi,
Beyazıt Camisi, Beyazıt Kulesi, Süleymaniye, Şehzade Camisi
Ayrıca, ufuk çizgisinin altında Yeni Cami ve Rüstem Paşa görünüyor. Diğer üç tepedeki üç büyük cami resme sığmamış.


Birinci Tepe: Topkapı Sarayı, Aya Irini, Ayasofya


Ikinci Tepe: Sultanahmet, Nurosmaniye Camisi, Yeni Cami


Üçüncü Tepe: Beyazıt Camisi, Beyazıt Kulesi, Süleymaniye, Şehzade

21 Ağustos 2005

İstanbul’un bostanları

ORHAN OKAY
05.05.2002 Zaman

Tevfik Fikret, İstanbul’a lanetler yağdıran Sis şiirinde bu şehre “Ey köhne Bizans!” diye hitap eder. Şimdiki gençlerin çoğunun bilmediği bizim çocukluk çağımızın güzel ve zengin Türkçesinde, pek çok kavram için olduğu gibi, “eski”ye karşılık da birden fazla kelime vardı. Her birinin nüansı olan ve ayrı ayrı yerlerde kullanılan kadim, sabık, esbak gibi köhne de eski demekti. Kadim, eski olmakla beraber halen devam eden olumlu bir değer yargısıydı. Sabık ve esbak çok defa resmî bir makamı bundan önce ve daha da önce işgal edenler hakkında kullanılırdı. Köhne sıfatı ise eskimiş, yıpranmış karşılığı ve daima olumsuz durumlarda söylenirdi. Aslında Fikret “Köhne Bizans” çağrışımıyla, biraz da Bizans oyunlarının yani siyasi dalaverelerin çökerttiği Osmanlı’nın son yüzyılını hatırlatmak ister.

Benim zaman zaman bu yazılarım arasında, bazan çocukluk hatıralarım kabilinden, çok defa şahsî bir nostalji ile dile getirdiğim kenar mahalleler de muhakkak ki asırların köhnettiği İstanbul’un bir parçasıydı ve hiç şüphe yok bir değişmeye, yenileşmeye ihtiyacı vardı. Yangınlar, depremler, arka arkaya gelen savaşlar ve bir türlü düzelemeyen ekonomik durum o mahallelerin harabî görünüşünü çocukluğumda da devam ettiriyordu. Bana ve benim gibi pek çok hatıra yazarına o semtleri munis gösteren, sadece kaybolmuş her şeyi güzel zannettiren psikolojik yanılmadan ibaret değildir. O harabiyet içinde bile tepelerin, vadilerin, çayırların, bağların, hatta ıslah edilseydi şehrin pitoresk dekorunu tamamlayacak bir unsuru olan akar derelerin, sonra hemen her sokakta bulunan çeşme, mescit, hazire ve belki hepsinden önemli sivil mimarî örneklerinin varlığı tarihe ve tabiata açılan bir ufkun huzurunu veriyordu. Mesele, şimdilerde çok kullanılan bir ifadeyle bu tarihî ve tabii dokunun korunmasıydı, bu yapılmadı.

İstanbul, yeryüzündeki büyük şehirler arasında birbirinden farklı medeniyetlere başkent olmuş, birbirinden farklı kültürleri koruyan ender bir yapı gösterir. Bu, kozmopolitlik değil, tabii bir uyumdu. Şehir, bu uyumla şahsiyetini gösteriyordu. Şimdi ise ancak şeytanın hazırlayacağı bir tuzağın planıyla uyumsuzluğun örneği olmuştur.

Osmanlı, İstanbul’a girdiği zaman devlet ve şehir tecrübesi geçirmiş, Müslümanlığın başka dinden ve ırktan insanlara emrettiği davranışı özümsemiş bir millet olarak fethettiği şehrin tarihini bozmamış, ona kendi şahsiyetini eklemişti. Fetihten bir asır sonra artık bir Türk İstanbul’dan bahsedilebilirdi. Ama “Köhne Bizans”ın pek çok abidesi ayaktaydı. Maksat geçmiş bir tarihi yok etmek olsaydı, ucu Macaristan’a, Avusturya’ya dayanmış devletin başkentinin surlarını yıkıp hazır taşlarını kullanmaktan kolay ne vardı? Cami yapılmış olan Ayasofya ve Kariye’nin mozaiklerinin bile sökülmeyip sadece basit bir sıvamayla örtülmesi gibi misaller çoğaltılabilir.


İstanbul’un bugün turistik malzeme olması dolayısıyla bilinen Yerebatan Sarnıcı’nın dışında üç Bizans açık hava sarnıcı daha vardı. Bunlardan ikisini, benim doğduğum mahallelerde olduğundan çocukluğumdan beri bilirim. Biri Edirnekapı’da, şimdi Vefa Stadı olan alandır. Halk tarafından Çukur Bostan diye bilinirdi. Vaktiyle su ile dolu olduğundan tabii olarak tabanında birikmiş ham ve bereketli toprak dolayısıyla sebze ekili, ağaçlıklı yemyeşil bir arazi idi. Aralarında birkaç bahçıvan kulübesini ve bir merkebin gıcır gıcır döndürerek su çektiği bir bostan dolabını hatırlıyorum. Çukur Bostan 1940’lardan sonra yok edilerek stadyuma çevrildi.

İkinci su sarnıcı çarşamba semtinde, Sultan Selim Camii’nin hemen yakınında, adı yine Çukur Bostan olan bir yerdi. Burada da ekili arazi hatta tavuk yetiştirenler var idiyse de mescidi, bayağı düzenli sokakları, çıkmaz sokakları ve tek katlı evleriyle şirin bir mahalle de yer alıyordu. Uzun bir süreden sonra bir ara buralara tekrar gittiğimde orada gecekondulardan çevirme birkaç katlı çirkin beton evlerin yapılmış olduğunu gördüm. Son yıllarda belediyenin himmetiyle bu gibi binalar yıkılarak daha kullanışlı spor tesisleri yapıldı. Her iki Çukur Bostan’a da sarnıç duvarlarının iç tarafındaki merdivenlerden veya zamanla oluşmuş toprak bir yoldan inilirdi.

Üçüncü Çukur Bostan’ı yani Bizans sarnıcını biraz daha geç keşfettim. Çapa’da, Yüksek Öğretmen Okulu’nda okurken, çevreyi dolaştığım sırada sokaklar arasında birdenbire karşıma çıkan yine ağaçlık ve sebze tarlaları olarak gördüğüm büyük çukur sahanın, önceki benzerlerini hatırlayarak bir Bizans sarnıcı olduğunu anladım. Bu semtin adı Altımermer’dir. Bir ara o bostanların sökülerek burasının bir pazar yeri olarak kullanıldığını görmüştüm.

Dünyada, böyle büyük ve tarihî bir şehrin ortalarında başka örneğinin bulunmadığını sandığım her üç sarnıç da Osmanlı’nın kullandığı gibi biraz daha düzene sokularak şehrin pitoresk köşeleri haline getirilebilirdi.

Bostan kelimesi Farsçada ve oradan divan şiirimize geçmiş manasıyla çiçek bahçesi demektir. Anadolu’da ise hemen daima kavun–karpuz hakkında kullanılır. İstanbul’da bostan denince yalnız sebze ekilen alan anlaşılır. Vaktiyle sur içinde bu gibi ekili pek çok bostan vardı. Şimdiki Vatan Caddesi’nin bulunduğu yerin adının daha 1950’lere kadar Yeni Bahçe olduğuna, ekili tarlalar arasından bir de Bayrampaşa deresinin aktığına kim inanır? Bizim mahallemizde de adına bostan dediğimiz, etrafı çepeçevre evlerin arka yüzlerindeki pencere ve balkonlarının baktığı büyükçe bir alan vardı ama artık ekili değildi. Mahallenin çocukları top oynardı. Aynı şekilde yakınımızdaki Kesmekaya Mahallesi’nde de adı bostan olan ve yine top oynanılan bir meydan daha vardı. Vaktiyle babamın ve amcalarımın, benim çocukluğumda da babaannemin oturduğu ev bu bostana baktığı için oraları da iyi biliyorum. Kesmekaya bostanına bitişik, üzeri muhkem tonoz kemerle örtülü oldukça büyük, fakat iç bölmeleri olmayan bir yapıyı da biz oyun yeri olarak kullanırdık. Buraya anbar denirdi ve Bizanslıların buğday anbarı olduğu rivayet edilirdi. Gecekondu apartmanlaşma döneminde orası da kayboldu gitti.

Sur dışında bu gibi bahçe ve bostanlar daha çoktu. Karşı tarafta Mecidiyeköy, Levent ve Ortaköy sırtları dutluk, karanfil bahçeleri ve çilek tarlaları doluydu. Boğaz’ın Anadolu kıyısının hemen bir şerit arkasından itibaren ekili arazi başlardı. Zaten birçok yerleşim adlarında köy kelimesinin bulunuşu da bunu göstermektedir. Aynı şekilde Edirnekapı ve Topkapı surlarının dışı da ekiliydi. Yani Eyüp, Otakçılar, Bayrampaşa, Maltepe, Çırpıcı, Yedikule, Langa çayırları İstanbul’un ve civarının sebze ve meyve ihtiyacını karşılardı. Baklasıyla meşhur olan Bayrampaşa’nın, dolap beygirlerinin çektiği kovalarla sulanan marul tarlaları pazar günleri ailelerin mesire yerleri olurdu.

Artık bahçesi olmayan, güneş görmeyen pencerelerinde çiçek açmayan pek çok yeni sokak, özentiyle, bazı çiçeklerin adlarını taşıyor. Yeni açılan sokaklarda bostan adının hemen hiç kullanılmadığını görüyorum. Eski adlarda ise bol sayıda var. Meraklısı bugünkü İstanbul şehir rehberlerinde, içinde bostan kelimesi geçen kaç tane semt ve sokak adının bulunduğunu sayabilir.


16 Ağustos 2005

Şirkette rakamlar karıştı

Arzu Baloğlu
Marmara Üniversitesi


“Ben muhasebeden hiç anlamıyorum” demekle olmuyor işte. İsteseniz de istemeseniz de biraz muhasebe bilmek gerekiyor yoksa siz de benim gibi günlerce uykusuz kalabilirsiniz….

Bizim şirketin muhasebecisi Ahmet zaten hep problemliydi. Ne zaman “Ahmet nerede” diye sorsanız, şirkette yoktur. Ya hastadır, ya ailesinden biri hastadır veya dışarıda işleri vardır. Özellikle banka işleri… Aslında gitmesi gerekmiyordu, bir çok şeyi otomatik talimata bağlamıştık. Şirket için de her türlü teknolojik imkan da vardı ama o yine bir fırsatını bulup “bankaya gidiyorum” diye işten kaçıyordu. Hay Allah adamı yakalamak her gün daha zorlaşıyordu.

Biz yönetim kurulu toplantılarında ise günlük işleri konuşup kafa yorardık. Teknik sorunlarımız, müşteri şikayetleri, çeşitli organizasyonlar vs. vs. Bazen sadece bir müşterimizi mutlu etmek için saatlerce çalışırdık, ama bunun yanında asıl konuyu atladığımızı nasıl bilebilirdim. Muhasebe bilmiyorum ki nedir? Nasıl çalışılır? Nasıl denetim yapılır? Muhasebe denetimi nedir? Falan…Aslında arada sırada soruyorum, “Siz bize hiç mali tablo vermiyorsunuz? Durumumuz nedir? demeye çalışıyoruz. Her zamanki telaşlı haliyle “yarın çıkacak”, “haftaya tamamlıyorum” gibi laflarla geçiştiriyor. Bize doğru düzgün bir durum raporu ortaya koyamadı. Arada aklıma geliyor “Ahmet’i de çok yalnız bıraktık, çok yüklendik acaba çok strese sokuyor muyum ” diyorum diğer taraf dan yönetim kurulunda muhasip üyemiz var, muhasebeden anlayan arkadaşlar var ayrıca denetim ekibimiz var, onlar zaten olayın içinde, durumu bilirler diye ilgilenmekten vazgeçiyorum. Zaten ne soruşturacağım ki. Beni isterse hemen ikna edebilir. Anlamadığım şeyi fazla kurcalamamak en doğrusu…

Aylar geçiyor, Ahmetin işe gelmemesi daha da sıklaşıyor. Bu kez iyice şüpheleniyoruz. Ben içimden kara kara düşünüyorum “sakın bu iş arıyor olmasın. Sene sonu da geldi, çekip giderse ne yapacağız” Bir icraat da yapamıyorum çünkü zaten konunun içinde olanlar var, ben sadece fikrimi söyleyebilirim ama doğru yönlendirme onlarınki olacak. Bana kalsa hemen bir muhasebeci bulup, Ahmet ile değiştirmek lazım…

Haftalık toplantılarımızın birinde Yönetim Kurulu Başkanımız, Denetim Kurulu Başkanı ile Ahmeti göndermeyi düşündüklerinden bahsediyor. Biz de görüş birliğiyle onaylıyoruz. Ertesi günlerde acilen muhasebeci aranıyor ve bir hanım işe hemen başlıyor. Ahmet ise işe geldiği bir sabah haberi alınca, çok da aldırmadan şirketi terk ediyor. Aslında bir muhasebeci rakamları teslim etmeden şirketi böyle terk edemez. Bana gelen bilgiye göre “Yarın gelirim, hesapları teslim ederim” sözü ile gidişine izin vermek zorunda kalıyorlar. Gidiş o gidiş. Yalvar yakar şirkete geliyor, biraz kalıp “yarın yine gelirim” diye hemen kaçıyor. Ya yeni gelen muhasebeci hanım.. Kızcağız yeni bir sistemi tek başına bir çok karışan ile devam ettirmeye çalışıyor. Ama mümkün değil ki. Daha önceki hesaplar genellikle hatalı kayıt edilmiş. Hangi işleme el atsa hesaplar denkleşmiyor.. Bir de sene sonu yaklaşıyor mu? Hesap kapama, açma, YTL ye geçiş, genel kurula raporlar vs.. Öyle kötü bir zamanki biz bu olayı öğrendiğimizde şok oluyoruz. Hele biraz daha gerçeği öğrendiğimizde başlıyor uykusuz geceler…

Ahmet’in mutlaka şirkete gelmesi gerekiyor. Kimse bu hesapların içinden çıkamayacak durumda. Bir de öğreniyoruz ki Ahmet Ukrayna’da bir şirketin muhasebecisi olarak işe girmiş. Türkiye ye yakında gelmeyecekmiş. Kaldık mı yanlış rakamlarla, bir yandan yeni muhasebeci ve diğer tarafdan yaklaşan sene sonu raporları.. Beynimizden kaynar sular dökülmekle kalmıyor, kibrit çakıp yakmışlar gibi yanıyoruz.

O sırada üstüne üstlük bir de yönetim ve denetim kurulu arasındaki küçük tartışmalar.. Sakin olmayı başardığımız anlarda toplantılar yapıyoruz bakalım bu işden nasıl çıkacağız? Bir çok kayıtsız tahsilatlar, ya da yanlış kayıtlar hatta belgeler vs vs. Her şey karışmış durumda biz de tabii ki…Bir yöntem düşünüyoruz, denetim kurulu onaylamıyor. Onlar düşünüyor bizim için pratik gelmiyor ama bu iş yeni baştan ele alınıp çok yakında tamamlanmak zorunda. Yeni işe giren muhasebeciyi ise bahsetmek istemiyorum. Her gün istifa dilekçesini bir kez daha sunuyor. “Ne olur beni bırakın” diyor. Ama buna rağmen bizi terk etmedi. Gerçekten çok acınacak durumdaydık, elimizden geldiği kadarıyla birbirimizi destekledik ve “acil durum çözümü” geliştirip tamamlayabildik.

Tabi bu kısa çözüm ne kadar sağlıklı ve doğruydu bilemiyorum ama işte bir çözümdü. O an için ortaya çıkarılmış ve doğru kabul edilecek dip rakamlardı. Hiç olmazsa 2004 yılı yeni baştan ele alınıp toparlanmıştı son 1 ay içinde. Bu ekip içinde teknik müdürden güvenlik amirine kadar çoğu arkadaşımız yer aldı ve iki işi birlikte yürüttüler. Bize çok iyi bir takım çalışması örneği gösterdiler.

Sonunda 2004 yıl sonu rakamları çıkmıştı, ama hem bizim hem ekibimizin hem muhasebeci arkadaşlarımızın ömründen de birkaç yıl götürmüştü. Bunları neden yaşamıştık? Hak etmiş miydik bilemiyorum bir yanım kendimce hak etmediğimi düşünsem de diğer yanım diğer işleri olduğu gibi rakamları da sorgulamalıydın diyor. Öyleyse “Muhasebeden hiç anlamam” demek yerine biraz anlayabilmek için şimdiden çalışmaya başlamamız lazım.

8 Ağustos 2005

Balkan Gezisi Notları, Sancak

Prof. Mehmet Can
International University of Sarajevo


27 Temmuz Çarşamba, otobüsümüz akşam onda garajdan çıkıp güneydoğuya yöneliyor. Geceyarısında Priboy’da Sırbistan-Karadağ tarafına geçiyoruz. Bir ara otobüs duruyor ve ayaklarımız açılsın diye dışarı çıkıyoruz. Otobüste yanımdaki koltukta oturan gence yaklaşıyor ve soruyorum:

- Vişegrad’dan geçtik mi? Drina köprüsünü gördün mü?

Yolumuzun Sokullu Mehmet Paşa’nın ve Drina Köprüsü yazari Ivo Andric’in memleketi Vişegrad’dan geçeceğini, o meşhur Drina Köprüsünü göreceğimi sanıyordum ve uyumamağa gayret ediyordum ama dalmışım. Yol arkadaşım da farkedememiş.

Drina KöprüsüDrina

Yolun geri kalan kısmında yol arkadaşımla sohbetimiz koyulaşıyor. Edin’in Mekadonya’da ikamet eden bir Hıristiyan Boşnak olduğunu öğreniyorum. Üsküp Üniversitesinde etnoloji öğrencisi. Bosna Kilisesi’ni soruyorum. Bu inancın “kilise” diye anılmasını kabul etmiyor. “tapınak” demek daha uygun olur diyor.

Önümüzde oturan annesinin verdiği muzu, bana teklif bile etmeden ısırırken, medeniyetlerimizin temel farklarindan biri, diye düşünerek gülümsüyorum.

Sabah altıya doğru otobüsümüz Novi Pazar garajına giriyor. Bir gün önceden bu civarda oturan Ernad’la sözlesmistik. Beni bu garajdan alacaktı. Ama ortalıkta kimse görünmüyordu. Telefonumu çıkarıp aradım. Ancak sırpça bir ses, numaramı kaydettirmeyince konuşma yapamayacağımı söylüyordu. Ayrıntıları kaçırdığımdan BH’nın Ultra kartıyla konuşamayacağımı anladım. Bereket Turkcell kartımı yanımda getirmistim. Ernad’a nihayet ulaştım.

- Ağabey seni öğleden sonra alacağım. Sen şimdi bir taksiye bin, Vrbak oteline git istirahat et.

demez mi? Benim tereddüt ettiğimi hissedince

- Bir sey degil, taksi sadece üç dört Euro alır

diye ekledi. Tamam taksi üç dört Euro, peki otel? Tamam deyip kısa kestim.. Çantamı sırtıma vurup, Novi Pazar’ın çarşı caddesinde yürümeğe başladım.

Novi PazarNovi Pazar

Dükkanlar açılıyor, sıcak olacağı anlaşılan günün sabahında dükkan önleri yıkanıyor. Bir genç esnafa yaklaşıp Vrbak otelini ve Novi Pazar Üniversitesini soruyorum. Vrbak oteli elli metre, Universite yüz metre.. Bu yol üzerinde.. diyor, yarım İngilizcesi ile. Az sonra otelin karşısındayım.. Bu otele giren, yüz Eurodan ucuza kesin çıkamaz.. Zaten yorgun da değilim. Çarşıda, gözlerim minarelerde, devam ediyorum.. Eski, iki kanatlı bir giriş kapısının üstünde yeşil boya ile yazılmış Mesihat Islamska Zajyednica Sandzaka yazısını okuyorum. Camilerin namaz saatleri dışında kapalı tutulmasına dair modern geleneğin burada da geçerli olduğunu kavradıktan sonra, her taraftan görünen ve şeklinden dolayı “Badem” denildiğini daha sonra öğrendiğim parka çıkış yolunu buluyorum. Bir kale kalıntısı ve bir çeşme, parkın havasını tamamlıyor. Çeşmeye yaklaştığımda yatsı ve sabah namazlarım aklıma geliyor. Abdest almağa başlıyorum. Beni seyreden biri var..

Onun bildigi birkaç dil ve benim bildigim birkaç dil arasında bir ortaklık kurulamayınca, bütün insanların bildigi bir dilden konuşuyoruz. Hal dilinden

- Abdest mi aldın?

diye soruyor seyircim. Kartımı veriyorum.. O ayrılıyor, ben de borçlarımı ödüyorum.. Namazdan sonra bir yere oturup Saraybosna’da yola çıkmadan hazırladığım peynir ekmekten bir parça yiyorum..

Tekrar çarşıya döndüğümde artık dükkanlar tamamen açılmış.. Tekrar Mesihat Islamska Zajednica Sandzaka yazısını buluyorum. İçeri girip bir merdiven çıkınca bir koridora geliyorum. Odalardan birinde bilgisayar başında bir genç adama muhatap oluyorum. Biraz Türkçe biliyor. Kartımın yardımıyla ona da kendimi tanıtıyorum. IUS tanıtıcı broşürlerinden birini çıkarıp veriyorum. İlgiyle inceliyor. Novi Pazar Üniversitesini tarif etmesini istiyorum. Uzak diyor.. Söylediği çayi içerken, dışarıda birisine sesleniyor. Arkadasim oraya gidiyor diyor. Sonradan anlıyorum ki sadece benim için gitmiş.

Altmış yaşlarında kırlaşmış kısa sakalıyla güleç bir adam. Arabasına buyur ediyor. Mazotlu yaşlı motor homurtuyla yol alırken konuşuyoruz. Bu sefer ortada ara sıra bazı Almanca kelimeler de uçuşuyor. International University of Novi Pazar. Iki katlı yeni bir yapı. Küçük bir bahçe, müracaata yaklaşıyor arkadaşım. Benim IUS dekanı olduğumu, üniversiteyi ziyaret etmek istediğimi anlatıyor.

Sırpça eğitim yapan üniversitede Edebiyat, İktisat ve İdari Bilimler, Bilgisayar Bilimleri ve Hukuk fakülteleri bulunuyor. Bin kadar öğrencisi var. Bu yıl 400 yeni öğrenci almayı planlıyor. Yıllık ücreti 1000 Euro. Üniversitenin Niş’te bir kolu var. Belgrad ve Saraybosna şubelerinin açılması da planlanmış. Daha sonra Ernad’la konuşulanlardan, aynı zamanda Novi Pazar müftüsü olan sayın rektörün, Sancak’tan dışarıya öğrenci gönderilmesini istemediğini anlıyoruz. Üniversitede akademik personelden kimse olmadığını öğrenince geri dönüyoruz.

Arkadaşım, işçi emeklisi ve medresede yani Novi Pazar İmam Hatip Lisesi’nde çalışıyor. Arabasını sabah kapalı bulduğum camilerden birisinin kapısına çekiyor. Bu sefer kapı açık. İçeri giriyoruz. Caminin bahçe duvarının gizlediği bahçede Novi Pazar İmam Hatip Lisesi var. Yemekhanesine giriyoruz. Orta yaşlı bir kadın bulaşıklarla uğraşıyor. Bir masaya ilişiyoruz. Arkadaşım beni tanitiyor. Sarajevo’da dekan.. Az sonra kahvaltı tepsisi geliyor. Çiğ sucuk, domates, peynir, ekmek, çay, pastiç.. Daha ne olsun diye düşünürken yağda peynirle kızartılmış biber, paprika da boy gösteriyor.

Bir ara yemekhaneye uzun boylu mütesettire genç bir bayan giriyor. Arkadaşım beni ona da tanıtıyor. Bayan, Novi Pazar İmam Hatip Okulu öğretmeni ve aynı zamanda İlahiyat Fakültesi son sınıf öğrencisiymiş. Kartımın yanısıra IUS’un tanıtma kitapçıklarından birini veriyorum. Öğrencilerinize lütfen üniversitemizi tanıtın. Başarılı öğrencileriniz için burslarımız da var, diyorum. Bayan birazdan uğrarım deyip çıkıyor.

Yolumuz tekrar Meşihat İslamski Zayednice Sandcaka dönüyor. Bu sefer üst kapıdan giriyoruz. Arkadaşım beni baş imamla görüştürecek. International University of Novi Pazar’ın rektörü de olan Novi Pazar Müftüsü Muammer Efendiya Zukorliç bu gün Saraybosna Reis-ül Uleması Mustafa Efendiya Çeriç ile beraber Karadağ’ın başşehri Podgorica’da cumhurbaşkanını ziyaret ediyorlar. Sonradan anlıyorum ki, bizim Ernad da o kafilede.

Yarım saat bekledikten sonra Novi Pazar Baş İmamı, Eğitimini İzmir İlahiyatta tamamlamış Harun Demiroviç’leyiz. Getirttiği serin meşrubattan içerken, Sırbistandaki dini bürokrasinin yapılanmasını anlatıyor. Müftü, oniki kişilik Meşihat Meclisi, Başimam, imamlar. Yeni restore edilen Meşihat binasını gezdiriyor. İlahiyat fakültesi ve yüksek lisans ile doktora dereceleri veren enstitü de burada. Nihayet beni misafirhaneye götürüyor. Üçüncü katta, üç yataklı tertemiz bir oda. Burada Ernad gelinceye kadar dinlenebileceğimi söylüyor. Harun Hoca çıkınca Ernad’a misafirhanede olduğumu bildiren bir telefon mesajı gönderiyorum. Öyle ya beni Vrad’da aramasın.

Etrafıma bakındığımda iki çalışma masası görüyorum. Üzerlerinde Sırpça ve İngilizce kitaplar var. Dostoyevski bütün eserleri 10 cilt Sırpça, Drina Köprüsü, Drama, Faust, bir tez çalışması “Kur’an’da Hz Yusuf”. Anlaşılan bunlar iki ilahiyat öğrencisine ait.

Yatağa uzanmamla uyumam bir olmuş. Uyandığımda telefonumun saatı 15.00 gibi. Abdest alıp namaz kılıyorum. Namazım bittiğinde öğle ezanı okunmaya başlıyor. Yeni kartı taktıktan sonra saatı ayarlamamışım. Namazı iade ediyorum.

Ernad’ı tekrar arıyorum. “İki saat sonra yola çıkıyorum abi. Sen dışarı çık, aşağı doğru in orada stadyumda açılış var. Oraya git.” Tabii gitmiyorum. O sırada ikindi ezanı okunuyor, camiye gidiyorum. İmam, Bursa İlahiyat mezunu.

Ernad iki arkadaşıyla birlikte saat 18.00’a doğru misafirhaneye geliyor. Birlikte stadyuma gidiyoruz. Orada Türkiye’den Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge’yi, AKP İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu’yu, aralarında Bosna-Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Zahit Büyükbayrak, Mena Proje İnşaat Gurubundan A. Naser Şimşek’in de bulunduğu bir gurup Türkiyeli iş adamını sporcuların geçitlerini izler buluyoruz.

Bir süre biz de geçitleri izliyoruz. Sonra bir şeyler içelim diye gurup olarak stadyumdan ayrılıyoruz. Çarşıda biraz dolaştıktan sonra, az önce sözünü ettiğim “Badem”deki kahvede karar kılıyoruz. Akşam yaklaşınca oradan çıkıp, iş adamlarımızın kaldığı Taç Otel’e gidiyoruz. Akşam yaklaştığından yakındaki camiye yönelip namazlarımızı kılıyoruz. Tekrar otele döndüğümüzde akşam yemeği başlamak üzere. Beni protokolun bulunduğu üst kata alıyorlar. Hüseyin Kansu Bey’in soluna oturuyorum. Onun sağında Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürgü, Benim sağımda da Zahit Büyükbayrak oturuyor. Aslında Novi Pazar Belediye Başkanı Süleyman Uglanin’in konuğuyuz. Yemekte misafirler arasında Tutin Belediye Başkanı Şamsudin Uglanin, bazı parlemento üyeleri ve bürokratlar da var.

Zahit Bey’in yardımıyla balık ısmarlıyorum. Derken sırayla, herkes kendini tanıtmağa başlıyor. Ben de IUS’u tanitiyorum. Sözümü “Size hizmet için buradayiz, çocuklarınızı bu çagdas egitim kurumuna bekliyoruz” diye bitiriyorum.

Saat gece onu geçerken Ernad kapıdan gidelim diye işaret ediyor. Izin aliyorum, çıkıyoruz. Rojaye’ye doğru yol alırken, yılbaşından sonra Karadağ’da yapılacak referandumu konuşuyoruz. Bu arada bir polis kontrol noktasında duruyoruz. Karadağ-Sırbistan sınırı buradan geçiyormuş. Karadağlılar sınır kontrollarına başlamışlar bile. Referandumda büyük farkla Karadağ’a bağımsızlık çıkacağına inanılıyor.

Ernad beni evine buyur ediyor. İki aylık evli olduğunu sonradan öğreniyorum. Eve tedirginlik verebileceğimi düsünüyorum ama, teklifi yine kabul ediyorum. Eşi mütesettire, çok genç, güzel bir hanımefendi. Kahve ve meyve suyu ikram ediyor. Lafı kısa kesip onikiye doğru odalarımıza ayrılırken Ernad’a, yorgun olduğumu, sabah namaz için uyandırmasını tenbihliyorum.

Namaza sabah ezanı ile uyanıyorum. Ev ahalisini rahatsız etmemek için cemaata gitmekten vazgeçiyorum. Uyandığımda Ernad’ın çoktan dışarı çıktığını farkediyorum. Bir yandan gelinimizin getirdiği kahveyi lokum esliğinde içerken, bir yandan da notlarımı yazıyorum.

Ernadı cep telefonundan arıyorum.. Yarım saate kadar geliyorum ağabey, diyor. Geldiğinde kahvaltıya geçiyoruz. Bildik kahvaltılıklara ilave olarak peynirli paprika (biber) kızartması var.

Kahvaltıdan sonra Ernad’a IUS (International University of Sarajevo) için verilen ilanların masrafları olarak yetmiş Euroyu ödüyorum ama ilanların çıktığı gazeteleri göremedim. Bölgeden paralı öğrenci isteği oluşamamış. Ernad, IUS’ta tam burslu olursa okuyabilecek bir öğrenci olduğunu söyledi, ancak öğrenciyle ya da velisiyle görüştürmeyi başaramadı. Üniversitemizin tanıtıcı kitapçıklarını ve ön kayıt formlarını bıraktım. Öğrenci formu dolduracak, notlarını gösteren belge ile birlikte bize fakslayacaklar. Burs konusunda olumlu karar verirsek, öğrenci bize gelebilecek.

Daha sonra imam lojmanlarının zemin katında olan Islam Birligi Ofisine iniyoruz. Az sonra İstanbul Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge, Bosna-Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Zahit Büyükbayrak ve bir gurup Türkiyeli iş adamı Novi Pazar’dan buraya geliyor.

Saat oniki gibi, siyah cübbeleri, kırmızı fesleri üzerinde beyaz sarıklarıyla geleneksel kıyafetleri içinde imamlar ve Türkiyeli arkadaşlarla birlikte, insanların meraklı bakışları arasında çarşıdan yürüyerek Belediye binasına gidiyoruz.

Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge, Rojaye ile Bayrampaşa’yı kardeş şehir ilan ediyor, kararı her iki belediyenin meclislerinden geçirmek için de anlaşıyorlar. Sonra ben söz alıyorum ve IUS’u tanıtan bir konuşma daha yapıyorum. Kendilerine hizmet için burada bulunduğumuzu ve çocuklarını muhakkak beklediğimizi tekrarlıyorum.

Bosna-Hersek Reis-ul Uleması Mustafa Çeriç burada, Rojaye stadyumunda Cuma namazı kıldıracak. Vakit yaklaştı. Rojaye Belediye Başkanı ile birlikte Reis-ul Ulema’yı karşılamak için aşağı iniyoruz.

Mustafa Çeriç’e hoşgeldin diyorum. Beni ilk geldiğim hafta yaptığım ziyaretten hatırlıyor. O gün çok hislenmis ve beni kardeş edinmişti. Namazdan önce Karadağ Reis-ul Uleması Rıfat Feyziç özet olarak şöyle konuşuyor: “Bu zamana kadar bir araya toplanmamıza hep bir felaket neden olmuştu. İlk defa bugün mutlu bir hadise sebebiyle buradayız. Önceleri ayrıydık. Bosna uzandı ve elimizi tuttu. Bir daha hiç bırakmasın istiyoruz.”

Namazı birden Asr-ı Saadet’te Hudeybiye anlaşmasından sonraki yıl yapılan hacca benzettim. 3000 den fazla insan tarafından kılınan bu namazın, daha yüksek sayıda izleyicisi vardı.

Bosna-Hersek Reis-ul Uleması Mustafa Çeriç, uzunca bir hutbe okudu. Atıfta bulunduğu ayetlerden konuşmanın seyrini izleyebildim. Daha sonra hutbe metnini de temin ettim. Hutbede iman ya da inkar, özgürlük ya da kölelik, bilim ya da mitoloji, hak yahut kuvvet, birleşmek ya da bölünmek gibi ikilemleri ele alınıyordu. Özgürlük-kölelik ikilemi ile ilgili kısım özetle şöyleydi:

“Son bikaç yüzyıldan beri Balkan Müslümanlarının en önemli sorunu, özgürlük sorunu olagelmiştir. Balkan Müslümanları özgürlüğün bağışlanmadığını, çalışılarak kazanıldığını anlamalıdırlar. Biz özgürlüğü seçiyoruz, Köleliği reddediyoruz. Aşağılanmayı, Türklerin günahlarından sorumlu tutulmayı kabul etmiyoruz.

Eşit haklar istiyoruz. Bu topraklar bizim de vatanımz. Şu doğudan doğan güneş, bizim de güneşimiz. Ademi, Nuhu, İbrahimi, Musayı, İsayı ve Muhammed aleyhisselamı sevenlerle birlikte soluduğumuz bu havada bizim de hakkımız var.”

Birlik ve bölünme ikilemi hakkında söyledikleri de şöyle:

“Balkan Müslümanı birlikle bölünme arasından İslam içinde birliği seçendir. O,
Hep birlikte Allah’in ipine sımsıkı tutunun, ayrılığa düşmeyin ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinizin düşmanları iken O, sizin kalplerinizde bir uzlaşma meydana getirdi ve O’nun nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz. Bir de siz bir ateş çukurunun tam kenarında bulunuyordunuz ve O, sizi tutup ondan kurtardı. Şimdi Allah’a doğru gidebilmeniz için size ayetlerini böyle açıklıyor (Kur’an 3:103).
ayetini anlayandır.

O halde seçmek bize aittir. Ya Müslümanlar olarak yaşayacak ve öleceğiz, ya da bu dünyayı kafirler olarak terkedeceğiz. Demek ki, inançlarımızın aynı olduğuna bakmadan bizi bölen ulus ve vatandaslik kimliklerimize bakmadan, ırk ya da devlet sınırlarının bölmesine aldırmadan, imanımızın gücüyle birbirimize yaklaşmalıyız.

Doğru seçimi yapmak için çok akıllı olmak gerekmiyor. Ancak bu yolda yürümek için cesaret gerekir. Müslümanların İspanya’dan silinmesinin nedeni sadece düşmanlarının hedefi olmaları değil, aynı zamanda aralarında bölünerek neye ait olmalarını unutmalarıdır. Bu nedenle Balkan Müslümanları küçük menfaatler için bölünmemeli, ruhlarını küçük bir kazanç karşılığı satmamalı, kim oldularını ve nereye ait olduklarını unutmamalıdırlar.

Balkan Müslümanları İslam ruhu içinde tek bir benlik ve tek vücut olmalıdırlar. Balkan Müslümanları Allah’a inanmalı ve herkesin kendi inancı içinde mutlu yaşaması için mücadele etmeliler. Ayağa kalkıp, gerçeğe ve adalete, özgürlük ve şerefe, eşitlik ve birliğe inançlarını haykırmalıdırlar.

Ulu Allahım, kalplerimizi iman ve sevgi ile birleştir. Bize Müslümanlar olarak yaşama ve ölme gücü ver. Sınandığımız zaman zorluklara yenilmememiz, ne ve kim olduğumuzu unutmamamız için bize yardım et.

Esirgeyen Allahım, bildiğimiz, bilmediğimiz günahlarımızı bağışla, vaadettiğin günde bize merhamet et. Amin!”

Namazdan sonra bir kır lokantasında yenen öğle yemeğinde Reis-ul Ulema ile birlikte Rojaye Belediye başkanının misafiriydik. O yemekte Rojaye ileri gelenleriyle tanıştık. Üniversitemizi tanıttım. Karadağ Reis-ul Uleması Rifat Feyziç ile de bu yemekte tanıştık. Bosna-Sancak Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Zahit Büyükbayrak ile daha uzun süre birlikte olma imkanı buldum. Aslında bu dernek IUS’u tanıtma ve IUS’a gelmek isteyen Bosna-Sancak bağlantılı öğrencilere burs verme konusunda çok yardımcı olabilir. Ancak Başkan’ın alınan diplomaların Türkiye’de kullanılamaması olasılığı üzerinde durduğunu farkediyorum.

Saat altıya doğru tekrar Rojaye’ye dönüyoruz. Imam lojmanlarının hemen yanındaki caminin çok garip bir mimarisi var. Önünde duruyorum, Zahit bey fotoğraf çekiyor. Sonra namazlarımızı kılıyoruz.

Zahit Bey ve diğer iş adamlarını akşama doğru Novi Pazar’a uğurladık. İstanbullu iş adamlarından Davut Beyi Bir mersedes ile Rojaye kırsalında oturan akrabalarına bırakmaya gittik.

Akşam yaklaşırken Rojaye’ye geri geliyoruz ve İslam Birliği Başkanını evinden alarak, öğle yemeği yediğimiz kır lokantası cihetine dönüyoruz. Lokantayı geçip bir motelin önünde durduğumuzda Ernad, birkaç dakikalığına içeride işleri olduğunu söyleyip müsaade alıyor. Arabayı kullanan kişi ile bahçede bekliyoruz. Kırkbeş dakika kadar sonra insanlar motelden çıkmağa başlıyorlar. Reis-ul Ülema da kapıda görününce arabadan inip ona yaklaşıyorum ve Cuma hutbesinin metnini istiyorum. Bilgisayarınız varsa leptoptan aktaralım, yoksa pazartesi Saraybosnada veririm, elimdekini falancaya verdim diyor.

Bu arada Ernad da motelden çıktı ve orada beni uzun boylu, zayıfça, dökük düz saçlı biri ile tanıştırdı: Novi Pazar Müftüsü Muammer Efendiya Zukorliç. Üniversitesini ziyaret ettiğimi söylüyorum. Ileride daha çok görüşmek üzere ayrılıyoruz.

Arabalar motelden ayrılıyor. Ernad’a bu adamlar kim? Diye soruyorum. Reis’in heyeti diyor.Yolda Ernad Islam Birliği Başkanı ile Boşnakça hararetli bir konuşmaya dalıyor. Bana da diye işaret ediyorum. Reis’in yeni yılda yapılacak olan Karadağ bağımsızlık referandumu için Sancaklılara strateji önerdiğini anlatıyor. “Amerika zaten işin ardında, referandumdan bağımsızlık çıkacağı garanti. Sancaklılar kampanyalara katılmasınlar, sakin bir şekilde gelişmeleri beklesinler.” demiş.

Arabamızın Rojaye’ye yöneldiğini farkediyorum. Az sonra şehir girişine yakın bir benzin istasyonunda duruyoruz. Arabadan iniyoruz. Ernad, burada bekle abi.. diyor. Bir yarım saat bekledikten sonra Ernad yeniden görünüyor. Birlikte yemek salonuna geçiyoruz. Mustafa Ceric, solunda Rifat Fejzic, sağında Muammer Zukorliç uzun yemek masasının dar kenarlarından birine yerleşmişler. Onbeş kadar misafir arasında Rojaye’li bir doktor, Saraybosna İlahiyat Fakültesinden, Haziran başında Reisi ziyaret ettiğimde girişte tanıştığım genç bir akademisyen dikkatimi çekiyor. Masada Reis’in Motel çıkışında gördüğüm heyetinden fazla kimse olmaması dikkatimi çekiyor.

Novi Pazar Müftüsü, International University of Novi Pazar Rektörü Muammer Efendiya Zukorliç, ara sıra bacak bacak üstüne atarak, Mustafa Ceric’in tezlerine ters tezler ileri sürerek kişilik savaşı veriyor.

Saraybosna Reisi Mustafa Ceric bir bakıma Balkanların Müslüman Papası gibi bir role talip gibi geldi bana. Muammer Efendiya Zukorliç ise söylentilere göre Sırplarla anlaşmış. Karadağ’ın bağımsızlığına hayır kampanyasına katılıyor. Eğer referandumda “Karadağ’ın bağımsızlığına hayır” tarafı kazanırsa, Muammer Efendiya Zukorliç, Sırbistan-Karadağ Müftüsü olacak. Tabii bunlar söylenti.. Ama Muammer Efendiya Zukorliç’in Mustafa Ceric’in referandum stratejisine başkaldırdığı kesin. Onun tezinin de görünüşte şöyle bir haklı yanı var: Karadağ ayrılırsa Sancak, Karadağ ile Sırbistan arasında bölünecek. Mesela Novi Pazar Sırbistanda, Rojaye Karadağda kalacak.

Ancak Sancaklıların çoğu da şöyle düşünüyor: Sırbistan ile Karadağ’ın ayrılması, Sırbistanı sarsar, zayıflatır. Bu da Sırbistanda kalan Müslümanların lehinedir. Diğer
taraftan, Sırbistan’dan ayrılacak Karadağda Müslümanların toplam nüfusa oranı %25’i bulacak. Karadağ içinde politik güç olan Müslümanlar kendi İslam kimliklerini ve ekonomik durumlarını güçlendirdikleri gibi, Sırbistan’da kalan Sancagin da güçlenmesine katkıda bulunabilirler. Ileride iki Sancağın birleşmesinin yolu böyle açılabilir.

Bu mülahazalar arasında akşam sona ermek üzere iken kimsede hareket olmadığını gördüğümden, Ernad’a namaz kılmak istediğimi söylüyorum. O da garsona soruyor. Az sonda garson elinde beyaz bir masaörtüsü ile geliyor. Birlikte bahçeye çıkıyoruz. Bana Kıble ne taraf diye soruyor. Masa rtüsünü söylediğim istikamette çimen üstüne bırakıyor.

Saat onbir gibi yemek bitiyor. Ernad’in hanesini bir gece daha rahatsiz edeceğiz. Gelinimiz kahve ve meyve suyumuzu yine getiriyor. Piriştina Türk Koleji Müdürü Turgay Şen Türkiye’de izinde, oradaki arkadaşımız Abdülkerim Hebibi de birkaç günlüğüne Üsküp’e gitmiş olduğundan, Piriştina’ya uğramadan Üsküp’e geçeceğim. Beni Üsküp’e götürecek otobüs, sabah altıda Novi Pazar’dan kalkacak. Ernad’la sabah dörtte Novi Pazar’a doğru yola çıkmak için anlaşarak odalarımıza çekiliyoruz.

Saat dörtten bir çeyrek önce gözlerim açılmış. Kalkıp abdest alıyor ve sabah namazımı kılıyorum. Ernad hala uyanmıyor. Cep telefonundan arıyorum, telefondaki ses “yanlış numara çevirdiniz” diyor durmadan. Saat dört onbeş. Önce kendi kapımı yumrukluyor ve Ernad diye bağırıyorum. Olmayınca başka çare yok, uzanıp Ernad’ın yattığı odanın kapısını çalıyorum. Neden sonra Ernad uyanıyor. Haklı çocuk, dün çok yoruldu.

Karadağ’ın şimdiden başlattığı sınır kontrolunu geçip Novi Pazar’a vardığımızda güneş de doğuyor. Az sonra otobüs geliyor. Ernadla vedalaşıyoruz.