21 Ağustos 2005

İstanbul’un bostanları

ORHAN OKAY
05.05.2002 Zaman

Tevfik Fikret, İstanbul’a lanetler yağdıran Sis şiirinde bu şehre “Ey köhne Bizans!” diye hitap eder. Şimdiki gençlerin çoğunun bilmediği bizim çocukluk çağımızın güzel ve zengin Türkçesinde, pek çok kavram için olduğu gibi, “eski”ye karşılık da birden fazla kelime vardı. Her birinin nüansı olan ve ayrı ayrı yerlerde kullanılan kadim, sabık, esbak gibi köhne de eski demekti. Kadim, eski olmakla beraber halen devam eden olumlu bir değer yargısıydı. Sabık ve esbak çok defa resmî bir makamı bundan önce ve daha da önce işgal edenler hakkında kullanılırdı. Köhne sıfatı ise eskimiş, yıpranmış karşılığı ve daima olumsuz durumlarda söylenirdi. Aslında Fikret “Köhne Bizans” çağrışımıyla, biraz da Bizans oyunlarının yani siyasi dalaverelerin çökerttiği Osmanlı’nın son yüzyılını hatırlatmak ister.

Benim zaman zaman bu yazılarım arasında, bazan çocukluk hatıralarım kabilinden, çok defa şahsî bir nostalji ile dile getirdiğim kenar mahalleler de muhakkak ki asırların köhnettiği İstanbul’un bir parçasıydı ve hiç şüphe yok bir değişmeye, yenileşmeye ihtiyacı vardı. Yangınlar, depremler, arka arkaya gelen savaşlar ve bir türlü düzelemeyen ekonomik durum o mahallelerin harabî görünüşünü çocukluğumda da devam ettiriyordu. Bana ve benim gibi pek çok hatıra yazarına o semtleri munis gösteren, sadece kaybolmuş her şeyi güzel zannettiren psikolojik yanılmadan ibaret değildir. O harabiyet içinde bile tepelerin, vadilerin, çayırların, bağların, hatta ıslah edilseydi şehrin pitoresk dekorunu tamamlayacak bir unsuru olan akar derelerin, sonra hemen her sokakta bulunan çeşme, mescit, hazire ve belki hepsinden önemli sivil mimarî örneklerinin varlığı tarihe ve tabiata açılan bir ufkun huzurunu veriyordu. Mesele, şimdilerde çok kullanılan bir ifadeyle bu tarihî ve tabii dokunun korunmasıydı, bu yapılmadı.

İstanbul, yeryüzündeki büyük şehirler arasında birbirinden farklı medeniyetlere başkent olmuş, birbirinden farklı kültürleri koruyan ender bir yapı gösterir. Bu, kozmopolitlik değil, tabii bir uyumdu. Şehir, bu uyumla şahsiyetini gösteriyordu. Şimdi ise ancak şeytanın hazırlayacağı bir tuzağın planıyla uyumsuzluğun örneği olmuştur.

Osmanlı, İstanbul’a girdiği zaman devlet ve şehir tecrübesi geçirmiş, Müslümanlığın başka dinden ve ırktan insanlara emrettiği davranışı özümsemiş bir millet olarak fethettiği şehrin tarihini bozmamış, ona kendi şahsiyetini eklemişti. Fetihten bir asır sonra artık bir Türk İstanbul’dan bahsedilebilirdi. Ama “Köhne Bizans”ın pek çok abidesi ayaktaydı. Maksat geçmiş bir tarihi yok etmek olsaydı, ucu Macaristan’a, Avusturya’ya dayanmış devletin başkentinin surlarını yıkıp hazır taşlarını kullanmaktan kolay ne vardı? Cami yapılmış olan Ayasofya ve Kariye’nin mozaiklerinin bile sökülmeyip sadece basit bir sıvamayla örtülmesi gibi misaller çoğaltılabilir.


İstanbul’un bugün turistik malzeme olması dolayısıyla bilinen Yerebatan Sarnıcı’nın dışında üç Bizans açık hava sarnıcı daha vardı. Bunlardan ikisini, benim doğduğum mahallelerde olduğundan çocukluğumdan beri bilirim. Biri Edirnekapı’da, şimdi Vefa Stadı olan alandır. Halk tarafından Çukur Bostan diye bilinirdi. Vaktiyle su ile dolu olduğundan tabii olarak tabanında birikmiş ham ve bereketli toprak dolayısıyla sebze ekili, ağaçlıklı yemyeşil bir arazi idi. Aralarında birkaç bahçıvan kulübesini ve bir merkebin gıcır gıcır döndürerek su çektiği bir bostan dolabını hatırlıyorum. Çukur Bostan 1940’lardan sonra yok edilerek stadyuma çevrildi.

İkinci su sarnıcı çarşamba semtinde, Sultan Selim Camii’nin hemen yakınında, adı yine Çukur Bostan olan bir yerdi. Burada da ekili arazi hatta tavuk yetiştirenler var idiyse de mescidi, bayağı düzenli sokakları, çıkmaz sokakları ve tek katlı evleriyle şirin bir mahalle de yer alıyordu. Uzun bir süreden sonra bir ara buralara tekrar gittiğimde orada gecekondulardan çevirme birkaç katlı çirkin beton evlerin yapılmış olduğunu gördüm. Son yıllarda belediyenin himmetiyle bu gibi binalar yıkılarak daha kullanışlı spor tesisleri yapıldı. Her iki Çukur Bostan’a da sarnıç duvarlarının iç tarafındaki merdivenlerden veya zamanla oluşmuş toprak bir yoldan inilirdi.

Üçüncü Çukur Bostan’ı yani Bizans sarnıcını biraz daha geç keşfettim. Çapa’da, Yüksek Öğretmen Okulu’nda okurken, çevreyi dolaştığım sırada sokaklar arasında birdenbire karşıma çıkan yine ağaçlık ve sebze tarlaları olarak gördüğüm büyük çukur sahanın, önceki benzerlerini hatırlayarak bir Bizans sarnıcı olduğunu anladım. Bu semtin adı Altımermer’dir. Bir ara o bostanların sökülerek burasının bir pazar yeri olarak kullanıldığını görmüştüm.

Dünyada, böyle büyük ve tarihî bir şehrin ortalarında başka örneğinin bulunmadığını sandığım her üç sarnıç da Osmanlı’nın kullandığı gibi biraz daha düzene sokularak şehrin pitoresk köşeleri haline getirilebilirdi.

Bostan kelimesi Farsçada ve oradan divan şiirimize geçmiş manasıyla çiçek bahçesi demektir. Anadolu’da ise hemen daima kavun–karpuz hakkında kullanılır. İstanbul’da bostan denince yalnız sebze ekilen alan anlaşılır. Vaktiyle sur içinde bu gibi ekili pek çok bostan vardı. Şimdiki Vatan Caddesi’nin bulunduğu yerin adının daha 1950’lere kadar Yeni Bahçe olduğuna, ekili tarlalar arasından bir de Bayrampaşa deresinin aktığına kim inanır? Bizim mahallemizde de adına bostan dediğimiz, etrafı çepeçevre evlerin arka yüzlerindeki pencere ve balkonlarının baktığı büyükçe bir alan vardı ama artık ekili değildi. Mahallenin çocukları top oynardı. Aynı şekilde yakınımızdaki Kesmekaya Mahallesi’nde de adı bostan olan ve yine top oynanılan bir meydan daha vardı. Vaktiyle babamın ve amcalarımın, benim çocukluğumda da babaannemin oturduğu ev bu bostana baktığı için oraları da iyi biliyorum. Kesmekaya bostanına bitişik, üzeri muhkem tonoz kemerle örtülü oldukça büyük, fakat iç bölmeleri olmayan bir yapıyı da biz oyun yeri olarak kullanırdık. Buraya anbar denirdi ve Bizanslıların buğday anbarı olduğu rivayet edilirdi. Gecekondu apartmanlaşma döneminde orası da kayboldu gitti.

Sur dışında bu gibi bahçe ve bostanlar daha çoktu. Karşı tarafta Mecidiyeköy, Levent ve Ortaköy sırtları dutluk, karanfil bahçeleri ve çilek tarlaları doluydu. Boğaz’ın Anadolu kıyısının hemen bir şerit arkasından itibaren ekili arazi başlardı. Zaten birçok yerleşim adlarında köy kelimesinin bulunuşu da bunu göstermektedir. Aynı şekilde Edirnekapı ve Topkapı surlarının dışı da ekiliydi. Yani Eyüp, Otakçılar, Bayrampaşa, Maltepe, Çırpıcı, Yedikule, Langa çayırları İstanbul’un ve civarının sebze ve meyve ihtiyacını karşılardı. Baklasıyla meşhur olan Bayrampaşa’nın, dolap beygirlerinin çektiği kovalarla sulanan marul tarlaları pazar günleri ailelerin mesire yerleri olurdu.

Artık bahçesi olmayan, güneş görmeyen pencerelerinde çiçek açmayan pek çok yeni sokak, özentiyle, bazı çiçeklerin adlarını taşıyor. Yeni açılan sokaklarda bostan adının hemen hiç kullanılmadığını görüyorum. Eski adlarda ise bol sayıda var. Meraklısı bugünkü İstanbul şehir rehberlerinde, içinde bostan kelimesi geçen kaç tane semt ve sokak adının bulunduğunu sayabilir.