T. Erkan Türe
1972 - 1979 Matematik Lisans+Lisansüstü
1982 - 1986 İstatistik Hocası
Bir Ankara’lı olarak 1972 yılında Ankara Kurtuluş Lisesini birincilikle bitirdiğimde mühendislik okumak istiyordum. 2 senelik TÜBİTAK burslusu idim. O zamanki üniversitelerin çoğuna öğrenci yerleştirmesi Merkezi Sistem denilen bir sınavdan alınan puanla başvurularak yapılıyordu. Gazi Eğitim Enstitüsünün (sonra Gazi Üniversitesi oldu) kendi sınavı, ODTÜ’nün kendi sınavı vardı. İstanbul’daki tarihi Robert Kolejinin artık Boğaziçi Üniversitesi olarak kendi sınavı ile öğrenci aldığını bilmiyordum. Hacettepe Tıp Fakültesinden (lise birincilerine) gelen davet mektubunu da ciddiye almadım, hekim olmayı hiç düşünmemiştim. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi öncesinde anarşik eylemleri ile çok öne çıkan ODTÜ benim için bir seçenek değildi, rahmetli annem de orada okumamdan çekiniyordu. En iyi alternatif İTÜ olarak görünüyordu ve elektrik mühendisliğini hedeflemiştim. Bu sebeple ODTÜ sınavına bile girmeyecektim, ancak kendisi bir İktisadi İdari Bilimler Akademisi (sonra Gazi Üniversitesi oldu) mezunu olan ve benim başarılı bir öğrenci olmamdan gurur duyan ağabeyim sınav başvuru formlarını getirdi, bana zorla doldurttu. ODTÜ sınavında bölüm tercihi sınava kayıt sırasında yapılıyordu. Nasıl olsa ODTÜ’ye gitmem düşüncesiyle tercihleri rasgele doldurdum, matematik dersini çok sevdiğim için o bölümü en başa kodlamışım, sınavda da bu sebeple çok rahattım.
O yaz tatilinde TÜBİTAK bursiyerlerini İstanbul’da bir yaz kampına götürdü, 11,5 saatte Haydarpaşa’ya giden Anadolu Ekspresine bindiğim sabah ODTÜ sınav sonuçları açıklanmıştı. Gazetede isim isim, kim hangi bölüme, hangi sırada kaydolmuş haber oluyordu o zamanlar. Çok yüksek bir puanla zannediyorum 5. Sırada ODTÜ Matematik Bölümüne yerleştiğimi öğrendim. İstanbul’da beni karşılayan diğer (en büyük) ağabeyim haberi gösterdi ve benimle gurur duyduğunu söyledi, çok etkilenmiştim. Haydarpaşa’dan trenle geri Tuzla’ya dönüp onlarla birlikte deniz kenarındaki kamplarında birkaç saat geçirdik. Abim beni trenle tekrar Haydarpaşa’ya götürdü, vapurla karşıya geçtik, oradan otobüsle Taksim’e çıktık. Taksim’den Büyükdere’deki Orman Fakültesi kampüsüne gitmek üzere beni uzun bir yolculuk için otobüse bindirdi, onunla vedalaştık. TÜBİTAK kampı bana 17 yaşındaki bir genç için İstanbul’un ne kadar büyük ve ürkütücü olduğunu gösterdi, ayrıca kamptaki hocalar nezdinde ODTÜ’nün ne kadar itibarlı bir üniversite olduğunu görmeme vesile oldu. Kamp dönüşünde kararım değişmişti, ODTÜ’ye kaydolacak ve İngilizce Hazırlık Okulu (İHO) sonrasında mühendislik fakültesine geçecektim, tabii yeniden sınava girerek. Aslında Merkezi Sınavda da yüksek bir puan almıştım, ülkemizde istediğim her üniversiteye ve tıp dahil her bölüme rahatça ön sıralarda yerleşebiliyordum, ama kafam netleşmişti. ODTÜ’ye gidecektim.
Ortaokul ve lisede Fransızca okumuş bir İHO öğrencisi olarak küçük sınıflarda, çok etkin bir yöntemle İngilizce öğreten ODTÜ sistemini çok sevdim, İHO’nu bir yılda birincilikle bitirdim, kolej mezunu öğrencileri geçmiştim, tabii dilbilgisi ağırlıklı bir sınav söz konusuydu, konuşma ve dinleme becerilerim henüz çok sınırlıydı.
12 Mart 1971 darbesi sonrasındaki sükûnet ortamında ODTÜ’deki ilk senelerimiz çok rahat geçti. Öğrenci örgütlenmeleri henüz yoktu, herkes fikrini söylüyor, serbestçe tartışabiliyordu. Sol görüşlü öğrenciler çoğunlukta idi, o dönem ülkemizdeki okumuş kesimin fikir yapısı seküler, sola meyyal, dine mesafeli idi. Demokrat ve sonrasında Adalet Partili bir aileden gelen bir öğrenci olarak öyle dindar denecek biri değildim ama inançlı idim, din konusunda hemen hiç bilgim yoktu.
İHO’da bir gün komünist bir arkadaşla tartışırken “ben dine inanmıyorum, kutsal kitaplar çok saçma, Allah evreni altı günde yarattı, yedinci gün dinlendi yazıyor” dedi. “Hayır, bu doğru değil, Kur’an da böyle yazmıyor” diye itiraz ettim. “Ben okudum, orada da aynısı var” dedi. Birden şaşkına döndüm, çünkü ben Kur’an-ı Kerimi hiç okumamıştım! Sınıftaki birkaç komünist öğrencinin de hararetle karşıma geçip beni kendilerine benzetmeye çalıştıkları, özellikle evrim teorisiyle tanrısız bir evren oluşumu fikrine karşı tek başıma bilgisizce durmaya çalıştığım bu tür tartışmalar ruhumda fırtınalar estirdi. İnancımı sorgulamaya başladım, sağlam bilgiye dayalı çok az davranışım vardı, babamı çok küçük yaşta kaybetmiştim, İslam hakkındaki bilgilerim, okulda Din Derslerinde öğrendiğimiz temel bilgilere ilaveten, kendisi de muhafazakâr olan, orucunu tutan ve sadece kandil akşamlarında namaz kılan annemden öğrendiklerimden ibaretti ve çoğu hurafe seviyesindeydi. Lise yıllarında bir süre Diyanet İşlerinde memurluk yapan (sonra Sayıştay Denetçisi olan) abimin ısrarıyla bayram namazlarına gitmiştim, orucu küçük yaştan beri severek tutuyordum. Kendime bir Kuran-ı Kerim meali buldum ve okumaya başladım, evrim teorisi hakkında, evrenin kendi kendine yoktan var olduğuna dair aklen kabul edilmesini mümkün bulmadığım maddeci yaklaşıma karşı ortada çok az bilgi ve kaynak vardı, bulabildiğim bir kaç mecmuayı su gibi okuyordum. Kur’an mealini tek başıma okumam bana huzur veriyor, ancak yeterli olmuyordu, özellikle kulaktan dolma İslami zannettiğimiz bilgilerin ve uygulamaların sıhhati hakkında yeterli kaynak bulamıyordum. Israrlı davetlerini kıramadığım birkaç dindar genç aracılığı ile ara sıra Bahçelievler’de bir apartman dairesine gitmeye başladım, orada çoğu ODTÜ’nün başka fakültelerinde okuyan bir grupla Risale-i Nur okumaları yapılıyordu. Dil ağırdı, ama ilginç ve hiç duymadığım, düşünmediğim, daha önce dinlemediğim bir yaklaşımla Allah’ın varlığı ve yaratılış, kulluk bilinci ve tabiata, evrene bakış hakikatleriyle karşılaştım, o okumalar inancıma büyük bir güç katmıştı.
İHO’da okurken ODTÜ Endüstri Mühendisliğinde okuyan uzak bir akrabamızla görüştüm, bana o yıllarda az bilinen bu yeni mühendislik alanının çok iyi bir geleceği olduğunu söyledi, çevremde o kadar az üniversite, hele mühendislik okumuş insan vardı ki en küçük bilgi kırıntısı değer taşıyor ve etkili oluyordu. 1973 yılında lise bilgilerim bir sene eskimiş olmasına rağmen tekrar ODTÜ sınavına girdim ve bu sefer Endüstri Mühendisliği Bölümüne kaydolma hakkını kazandım. Ancak bu imkânı kullanmadım ve bana akademisyen olmamı telkin eden bir – iki kişinin de etkisiyle Matematik Bölümüne başladım. Babamızın 1964 yılında vefatından sonra bizi yanına alan Büyükbabamızın (annemizin babası) Cebeci’deki iki katlı eski Ankara evinde oturuyorduk. Evimizden Sıhhiye’ye genelde yürüyor, oradan servisle ODTÜ kampüsüne gidiyordum, mavi Mercedes servis otobüslerimizle şehir içinde giderken kendimizi çok özel ve ayrıcalıklı hissediyorduk. Ancak genel olarak ülkemiz insanlarının büyük bir çoğunluğunun gözünde ODTÜ’de öğrenci olmak aşırı solcu – komünist olmakla neredeyse eşdeğerdi.
Birinci sınıftaki ilk dönemimde kısa bir süre içinde biri liseden arkadaşım olan 4 öğrenci ile küçük bir grubumuz oluştu. İki kız ve 3 erkek, biri hariç çalışkan bir gruptuk, çalışkan olmayan ve çok zorlanan ise lise arkadaşımdı ki bir sonraki sene İdari Bilimler Fakültesine geçti, daha sonra sağlam karakterli ılımlı solcu bir arkadaş daha edindim ve bu grupla yakınlığım hep devam etti, birlikte sınavlara hazırlandığımız, şehirde bir kafeye veya sinemaya gittiğimiz, mutlu anlarımızda ODTÜ Pastanesinde pilav-döner ve profiterol yediğimiz zamanlar oldu. Çok tartışırdık, o zaman sağ görüşlü olmak diye tanımlanan tek muhafazakâr temayülü olan bendim bu grupta, koca Matematik Bölümünde bile muhafazakâr, dindar denilebilecek bir avuç öğrenci vardı.
Birinci yılın sonundaki Calculus 2 dersi final sınavı başlamak üzere iken hocamız (rahmetli Tuğrul Taner) benim adımı okudu, çekinerek ayağa kalktım, “siz çıkabilirsiniz, sınava girmenize gerek yok” dedi. Sınıfta müthiş bir hava oluştu, ben şaşkın ve mutlu salondan çıktım, 3 ara sınavda da çok yüksek notlar almıştım. Arkamdan 3 başarılı öğrenciyi daha çıkardı, herkes sınavda terlerken biz pastaneye gidip kendimize ziyafet çektik. 120 kişilik sınıfta 3 tane ara sınav yapıp kâğıtlarını tek başına okuyan ve bizi herkese göstere göstere sınavdan çıkaracak bir anlayışa sahip olan hocalarımız vardı.
Ankara Kurtuluş Lisesinden bir arkadaşım aynı zamanda Cebeci’de komşumuz sayılacak kadar yakın bir apartmanda yaşıyordu. Ben ODTÜ’ye giderken o da Ankara İlahiyat Fakültesine kaydoldu. Birbirimizi çok sever, sık görüşür, İslamiyet üzerine sohbetlerimiz olurdu. Onun davetiyle zaman zaman Hacı Bayram Camii yanında dergahı olan rahmetli psikiyatri doktoru Emin Acar’ın yanına gider, oradaki entellektüel sohbetlere, rabıtalı dualara katılırdım. 1974 yılında bir yaz tatilinde namaz kılmaya başladım. Ondan sonra ODTÜ’deki hayatım daha da zorlaştı. Vakit namazları için üçlü amfinin bodrumunda ayrılan küçük bir mekân kullanılırdı. Rahat ve huzurlu bir abdest almak zordu, öğrenci tuvaletleri genelde kirli olurdu. Bazen bir vakit namazı kılmak için 2 km yol yürüdüğüm olurdu. Üçlü amfi bodrumundan çıkan herkes komünistlerin gözünde gerici idi, ancak bizi faşist diye isimlendirdikleri ülkücülere göre daha az zararlı ve tehlikesiz buluyorlardı. Cuma namazları için 1-2 servis otobüsü (bugün Ankara’nın elit semtlerine dönüşen) yakın köy camilerine giderdi, hemen tamamı işçilerden oluşan bir cemaat vardı. O yıllarda ODTÜ’de namaz kılan hoca sayısı herhalde bir elin parmakları kadardı.
1970’li yıllarda yemekhanede güzel yemekler çıkardı, mesela kaymaklı ekmek kadayıfı verirlerdi. Kantinlerde ise sadece tost, öğle saatlerine mahsus olmak üzere kapış kapış satılan lahmacun olurdu. 1974 ve sonrasında gerek İHO tarafındaki, gerek yurtların oradaki sahalarda çok futbol maçı oynardık. Yurtların orada oynadığım bir maç sonrasında soyunma odalarında duş almak istedim. Solcu öğrencilerin nasıl banyoya girdiğini ve öylece rahat tavırlarla dolaştığını gördüğümde hayâ edip bir daha oraya uğramadım, tam bir kültür şoku yaşamıştım. Matematik binası önündeki alanda da çok top oynadık.
Üçüncü sınıfa geldiğimde yöneylem ve istatistik opsiyonuna ayrıldım, teorik matematik opsiyonuna sadece 4 öğrenci gitmişti, çoğunluk numerik analiz opsiyonuna gidiyordu ki onların çoğu daha sonra bilgisayarcı olarak çalışacaktı. Beni birinci sınıfta final sınavından çıkaran ve sonradan akademik danışmanım olan hocam çok üzüldü, “neden Teorik Matematik çalışmıyorsun, hata yapıyorsun” diye bir kaç gün geçişimi onaylamadı.
Üçüncü sınıf ikinci dönemde beni öğrenci asistan yapıp kendi sınıfıma problem saati yapmamı istediler. O zaman Türkiye’deki başka üniversitelerde (belki Boğaziçi hariç) olmayan bir uygulama idi bu, oysa bir akademisyen adayı yetiştirmek için çok etkili bir yöntemdir.
Yöneylem ve istatistik opsiyonunda da çok iyi bir hoca kadromuz vardı. Kütüphanemiz herhalde o dönemdeki en iyi üniversite kütüphanesi idi. Dev IBM bilgisayarının olduğu binada veri girişi delikli kartlarla yapılırdı, her kart bir program satırı olacak şekilde büyük daktilo makinesine benzer cihazlarda program satırlarını yazar, kart okuyucusundan geçirir, saatler sonra (bazen ertesi gün) çıktıyı geniş delikli kâğıtlar üzerinde basılı alırdık, bir virgül hatası bir günlük gecikme demekti. Başka üniversiteler senelerce öğrencilerine gerçek bilgisayarlar ile programlama yapmayı öğretemediler, ODTÜ bu konuda da öncü bir kuruluştu. 1980’lerin ortalarında Ankara Üniversitesinde hala programlama dersi teorik okutuluyordu!
3. sınıftayken aldığımız zor bir derste ilginç bir sahteciliğin nesnesi oldum. Yurtta kalan ve yaş olarak benden epeyce büyük olan birkaç öğrenci vardı. Önemli bir ara sınavın bir gün öncesinde bana gelip “yarınki sınavla ilgili sana bazı sorular soracağız, bize yardımcı olur musun?” dediler. Ben de “elimden geleni yaparım, sorular nerede?” dedim. “Sorular şimdi yurtta, yarın getireceğiz, sınavdan önce bize bir saat ayırabilir misin?” dediler. “Tamam, ama sınav öğleden sonra, sabahtan gelirseniz daha rahat olur” dedim. Ertesi gün sınav saatine 45 dakika kalıncaya kadar kimse görünmedi, ben herhalde vazgeçtiler diye düşünüyordum ki telaşla geldiler, bir kâğıtta elle hızlı yazıldığı belli olan sorular vardı. “Bunları nasıl çözebiliriz?” dediler. Bu soruların eski bir sınavın soruları olduğunu söylediler, tabii kısa sürede bütün soruları çözmemiz mümkün değildi, soruları dikkatle okudum, her birisi için nasıl bir yaklaşımın uygun olacağını, hangi formülleri kullanacaklarını filan açıklamaya çalıştım, notlar aldılar ve ayrıldık, zaten sınavın başlamasına az kalmıştı. 10 dakika sonra sınava girdiğimde şaşkına döndüm, az önce bana gösterdikleri sorular o günkü sınavın sorularıydı, sanki suç ortaklığı yapmış gibiydim! Sınavdan sonra gruptan birisini yakalayıp ne olduğunu anlatmasını söyledim. O zamanlar sınav soruları elle çalışan bir teksir makinesi ile çoğaltılırdı. Hocanın sorularını çoğalttıktan sonra görevlinin arkası karbonlu orijinal kopyayı buruşturup çöpe attığını, o kâğıdı çöpten alıp okumaya çalışarak soruları öğrendiklerini söyledi. Bu doğrunun sadece bir kısmıydı, gerçekte o görevliyle bir menfaat (belki hemşehrilik) ilişkileri vardı, orijinal kopyayı bunlara bilerek vermişti. O sebeple hocalık hayatım boyunca hiç bir sınavımın kopyasını benden başka kimse görmemiştir. Sınav sorularını saatler öncesinden e-posta ile bölüm sekreterine veya asistanına gönderip çoğaltmasını isteyen, soruları kopyalayıp ofisinde günler öncesinden bekleten, şimdilerde ise Internete bağlı bir bilgisayarda soru hazırlayan hocaların ne kadar tedbirsiz olduklarını düşünürüm, hukukum olan veya görev-sorumluluk alanımda olan herkese de benim gibi davranmalarını söylerim.
Maalesef sınavlarda sahtecilik (tabii raporlarda, tezlerde, yayınlarda intihal) Türkiye dâhil tüm şark toplumlarının en büyük ahlaki sorunudur. Bu konuda titiz olmayan, sınavları için ciddi tedbirler almayan tüm hocalar sorumludur, büyük bir adaletsizliğe sebep olmakta, gerçek bir ölçme – değerlendirme yapma imkânından mahrum olmaktadırlar.
1973 seçimlerinden sonra CHP-MSP koalisyonu kurulunca hükümet bir genel af çıkardı, Anayasa Mahkemesi de kapsamını genişletti ve 12 Mart Muhtırası sonrasında anarşiden arındırılmış ODTÜ’ye hapishaneden çıkmış 500’ün üzerinde çoğu Dev-Gençli eski militan öğrenciler geri döndüler. Bunların pek çoğu bir daha ellerine kitap almadılar, hızla örgütlendiler ve üniversite ortamında kontrolü tamamen ele geçirdiler. İstedikleri zaman ve istedikleri bahane ile forum ve boykot yapıyorlardı. Ders sırasında sınıfın kapısını açıp hoca hiç orada yokmuş gibi “arkadaşlar filanca yerde toplanıyoruz” diyorlar, sınıfları zorla boşaltıyorlardı. Tüm öğrencilerin tamamen devrimci propagandanın yapıldığı o toplantılara, forum ve boykotlara katılması için zorba bir denetim kurmuşlardı. Tam bir anarşi ve kaos dönemi başladı, yönetim destekçi veya umursamaz, hocalar taraftar veya çaresizdi. Aslında aftan döndükleri ilk senenin sonunda hemen hepsi atılma durumuna geldiler, bu sebeple Bahar Dönemi Final sınavlarını boykot etme kararı aldılar. Gerek kampüste örgütlü bir propaganda ile, gerekse tek tek herkesin evine bir öğrenci göndererek sınavlara girilmeyeceğini, aksini yapanların bedel ödeyeceğini duyurdular. Bizim bölümde de, başka fakültelerde de küçük ve cesur bir azınlık sınavlara girdik. Böylece o militanlar okuldan atılacak, bu baskı zorbalık ortamı değişecek diye umuyorduk. Zaten TÜBİTAK bursiyerlerine yazılı bildirim yaparak sınavlara girmezsek bursumuzun kesileceğini duyurdu. Ne yazık ki üniversite yönetimi siyasilerden gelen baskılara da dayanamayıp Bahar Döneminin tekrar edilmesine, sınava girenlerin ister aynı dersleri tekrar alabileceğine, isterse bir dönem dinleneceğine karar verdi. Bu şekilde sınava girenlerin çoğu Güz Döneminde tehdit edilerek, dövülerek üniversiteden uzaklaşmak zorunda kaldı. Benim akademik durumum, TÜBİTAK burslusu oluşum ve beni seven solcu arkadaşlarım sayesinde birkaç omuz atma ve kötü bakış dışında bir sorun yaşamadım, ama Güz Dönemini boşta geçirdim, o arada Milli Türk Talebe Birliğine uğramaya başladım, hatta kısa bir süre Ankara Şubesi Kültür Müdürlüğü yaptım. Dev-Genç zorbalığı altında geçen bu yıllarda (1975 – 1977 arasında) ODTÜ’deki derslerin en az üçte biri yapılmamıştır. Sınavlara, ödevlere “akademik baskı yapılıyor” diye karşı çıkarlardı. Hapisten gelen o militanların hepsi mezun edildiler, ODTÜ’yü de bir komünist örgütlenme yuvasına dönüştürdüler. CHP-MSP koalisyonu bozulunca kurulan AP-MSP-MHP koalisyon hükümetleri de bu zorbalığa müdahale edemedi. Nihayet 1977 yılında ODTÜ’ye atanan “milliyetçi” bir rektör kampüse ülkücü “işçileri” doldurarak, jandarmayı kampüse davet ederek bu zorba düzenine karşı bir kuvvet oluşturmayı denedi. Militanlarla bu “işçi”ler arasında çatışmalar çıkmaya başladı. Büyük bir çatışma sonrasında da 1977 Bahar Döneminde ODTÜ kapatıldı, tam son dönemimize girmiştik, zaten niteliği iyice düşmüş olan eğitim-öğretim tamamen durdu.
TÜBİTAK bursum kesildi. Bölümden bir arkadaşımın babası Karayolları Genel Müdür Muavini imiş. O arkadaşımın vesilesiyle okulumuz kapanınca Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM) Ulaşım Etütleri Fen Heyeti (UEFH) Müdürlüğünde, çoğu inşaat mühendisliği mezunu ve hemen hepsi ODTÜ’lü olan bir ekibin içinde, “geçici işçi statüsünde” çalışmaya başladım. Sendikalı da olduğumuz için ücretler bayağı iyiydi. KGM Milli Selamet Partisinin yönetimindeydi ama UEFH Müdürü ODTÜ mezunu hızlı solcu bir mühendisti, bu sebeple o birim de komünist ekibin büyük çoğunluk oluşturduğu bir yerdi, ODTÜ’deki Dev-Genç forumlarında konuşma yapan pos bıyıklı tiplerin orada çalıştığını şaşkınlıkla fark ettim. KGM’nün o zamanlar ülkemizde çok az sayıda bulunan dev bilgisayarında yol istatistikleri tutmaya yarayan bir program geliştirdim.
1977 seçimlerinde CHP çok partili dönemdeki en yüksek oy oranına erişti, ancak tek başına hükümet kuracak sayıya ulaşamadı. AP milletvekilleri bakanlık verilerek satın alındı ve garip bir CHP hükümeti kuruldu. 1978 Bahar Döneminde ODTÜ tekrar öğretime açıldı. KGM’deki görevimden hemen ayrılıp okula döndüm ve o dönem sonunda 1978 yazında mezun oldum. Öyle sıkıntılı zamanlardı ki mezuniyet töreni yapılmadı, diplomamı Öğrenci İşlerindeki bir memurdan aldım. O yaz önce nişanlandım, 1978 Ekim ayında da evlendim, doktora çalışmalarına bekâr gitmemem gerektiğine inanmıştım. Hocalık yıllarım boyunca yurt dışında doktoraya giden tüm öğrencilerime de aynı şeyi tavsiye ettim.
Sonraki iki sene (1978 ve 1979) içinde ODTÜ’de üçer dönem öğretim yapılarak kaybedilen bir senenin telafisi yapılmaya çalışıldı. 1978 yazında ODTÜ’de asistan olarak istatistik yüksek lisansına başladım. Bir yandan da TÜBİTAK ve FULBRIGHT tarafından yurt dışında (genelde ABD’de) lisansüstü öğrenim yapanlara verilen burslar için sınavlara girdim. FULBRIGHT bursunu kazanınca bana ABD’den 5 tane üniversiteye doktora için başvuru masraflarımı karşılayacaklarını söylediler, daha fazlasını kendi cebimden yapabilecektim. ODTÜ Kütüphanesinde kataloglarını bulduğum üniversitelerden İstatistik Bölümü olan 5 tanesini seçtim ve başvurularımı yaptım. Hepsinden kabul, tam burs ve asistanlık aldığım için FULBRIGHT yönetimi çok mutlu oldu, bana bekar iken bursu verdikleri halde eşim için de ilave bir miktar verdiler. Berkeley’i tercih ederek 1979 yılı Eylül ayında asistanlıktan izinli olarak ABD’ye gittim. Yüksek lisans programı derslerini tamamlamıştım, tez için de epeyce malzeme üretmiştim ama onları derleyip yazıp tez savunması yapacak ne vakit, ne de imkanlar vardı o zaman. Tez hocamın canı sıkıldı tabii ama Berkeley’de Güz Dönemi hemen Eylül ayının ilk haftası başlıyordu.
ABD’de zorlu bir doktora programına gitmek üzere ODTÜ’den ayrılırken ofislerimizi temizleyen görevli ile de vedalaşmak istedim, çok duygulu bir sesle “hakkını helal et, ben Amerika’ya doktoraya gidiyorum” dedim. Çok üzgün bir şekilde “Geçmiş olsun, Allah şifalar versin” dedi, doktora gideceğimi, ciddi bir hastalığım olduğunu zannetmişti.
Berkeley’deki doktora çalışmalarım ve asistanlığım 3 sene sürdü, her şeye rağmen ODTÜ’de geçen yıllarımda doğru ve disiplinli çalışma alışkanlığı ile küçümsenmeyecek bir akademik alt yapıyı kazandığımı fark ettim. İngilizce konuşma becerilerim zayıftı, ilk aylarda zorluklar yaşadım, ama güçlü bir dil bilgisine sahiptim, kısa sürede etkin bir iletişim kurmaya başladım. Çok yorucu ama verimli geçen üç seneden sonra 1982 yazında doktoramı bitirir bitirmez tez hocamın biraz daha kalıp yayın yapmak ve tecrübe kazanmak şeklindeki doğru tavsiyelerini dinlemeden ODTÜ’ye geri döndüm. Sanki ben gitmezsem bölümüm çok zor durumda kalacak gibi düşünüyordum. Sonradan bunun ne kadar yanlış bir tutum olduğunu anladım. Ülkemizde 12 Eylül darbesi olmuştu, anarşi ve terör sona ermişti ama YÖK dönemi yeni başlamış, ODTÜ’nün bir Mütevelli Heyet tarafından yönetilen ayrıcalıklı statüsü kaldırılmış, herhangi bir devlet üniversitesine dönüşmüştü. Heves ve heyecanla yeni kurulan İstatistik Bölümünde göreve başladım, 1983 Bahar döneminde ücretsiz izin alarak Burdur’da 4 ay süreli (kısa dönem) askerlik görevini yapıp ODTÜ’deki görevime döndüm. Öylesine ilkel dürtülerle sürdürülen bir askerlik eğitimi söz konusu idiydi ki, üniversiteye döndüğümde akademik olarak epeyce gerilemiştim.
Öğretim üyesi maaşım ODTÜ’de asistan olduğum dönemdeki ücretimden bile düşüktü. ABD’de doktora öğrencisi bir asistan olarak sahip olduğum maddi imkânların çok altında bir hayatımız oluyordu, ay sonunu getiremiyordum. Ülkeme hizmet etmek hevesim 3 sene içinde kırıldı, kendim, ailem ve iki küçük çocuğum için o şartlarda bir gelecek göremiyordum. Oysa ODTÜ diploması ve Berkeley doktorası bana dünyanın her yerinden üniversite kapılarını açıyordu, nihayet 1986 yılında yeniden yurt dışına çıkma kararı aldım. 1994 yılında Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliğine dönünceye kadar yurt dışında çalıştım. Yani 1972 – 1979 öğrencilik, 1982 – 1986 hocalık olmak üzere ODTÜ’de 10 seneden fazla zamanım geçti.
2008 yılında 30. mezuniyet yılı madalyasını almak için ODTÜ mezuniyet törenine davet edildiğimde eski arkadaşlarımı göreceğim için mutlu oldum. Aramızda güçlü bir fikir ve gönül birliği olmadığı için 3-4 sınıf arkadaşım dışındakilerle mezuniyet sonrasında hiç haberleşmedim. Bazı hocalarımızla yurt içinde ve dışında üniversite ortamlarında birlikte çalışma fırsatım oldu.
ODTÜ’nün zor zamanlarında bir öğrenci olmama rağmen bu güzide üniversitemizin bana kazandırdıklarını ve benim ülkemiz için neler yapmaya çalıştığımı özgeçmişimden görmek mümkündür. Yeterli puanı alabilen ve dünya çapında bir üniversitede öğrenim görmek isteyen her lise mezununa ODTÜ’yü tavsiye ediyorum.
ODTÜ Hazılık Okulu sınıfımız hocamızla birlikte. Altta en sağdaki benim, hayat insanı ne kadar değiştiriyor! |