Ertuğrul Taçgın
Birbirleri ile bağlantısız gibi görünen bu iki kavramın olmazsa olmaz en önemli ortak şartı ihlas ve samimiyettir. Malumdur, eskiden tarikatlarda ve dergahlarda on yıllar süren, bazen kırk yılı aşabilen, tâlimler, terbiyeler veriliyor, buradaki talebelerin bir çoğu büyük bir istekle velâyeti, keşif ve keramet sahibi olmayı arzu ediyorlardı. Çünkü velâyet, Allah dostu olmak anlamına geliyordu ve "... Allah dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmeyeceklerdir..." (Yunus, 62) müjdesine mazhar olmak istemişlerdi; ancak, bu tâlim ve terbiye yolculukların çok azı velâyet mertebesine ulaşabildiği bildirilmektedir. Bu tâlim ve terbiye yolculukların pek çoğunun velâyet mertebesine ulaşamamasının muhtelif sebeplerinden belki de en önemlisi, ihlas ve samimiyet eksikliği olabilir; sadece keşif ve kerameti talep etmek ve amaç edinmek bile tek başına, ihlasa ve samimiyete zarar verebilir; velâyet makâmının önüne perde çekebilir. Zira velâyet makamına giden yolun samimi ihlastan ve bu yolda harcanan eksiksiz gayretten, çaba ve ibadetten geçtiği bilinmektedir.
Samimi ihlas ile hedef doğrultusunda yoğun çaba harcamanın, başarıya ulaşmadaki sırlı etkisi insanlık tarafından da fark edilmiş, "inanarak çok çalış, inanırsan başarırsın" şeklindeki günümüzdeki psikolojik telkinlerin temelini oluşturmuştur. Gerçekten de samimi olarak inanarak harcanan yoğun çabanın neticesinde, beklenmedik bir zamanda gereken sebeplerin oluşuvermesi sonucunda başarıya ulaşan bir çok örnekler bulunmaktadır. Yaşanan bu kerametvari başarı olaylarının hepsinin doğru ve hak olduğu anlamına gelmez; kainatta var olan samimiyetli çaba-başarı ilişkisini düzenleyen, bazen olmazları olur hale getiren, genel bir kanunun varlığını ve işlediğini, bir anlamda farkında olmadan, şuursuzca yapılmış bile olsa, samimiyetle yapılan fiili duanın kabul edildiğini gösterir.
Doğru olmayan bir amaç için yapılmış olsa bile, dünyadaki maddi olaylarda işleyebilen bu genel kanun, manevi olaylarda da işleyebilir; bazen yaptıklarının doğruluğuna gönülden inanan bir Hint fakiri doğa üstü gibi görünen davranışlar gösterebilir. Bazen de itikadı bize göre doğru olmayan, hatta dalalette olduğu kabul edilen, ancak yaptıklarının doğru olduğuna gönülden inanarak o yolda çaba sarfeden birisi kerametvari davranışlar gösterebilir, ehli sünnet dışından, hatta ehli bidatan sayılan birilerinin, evliya gibi, duası bazen makbul olabilir. Diğer bir ifadeyle, velâyete giden yol kişinin ne yaptığından ziyade o davranışı neden yaptığına bağlı olmakta, yani yaptığı eylem gerçekte yanlış bile olsa, doğru olduğuna samimi inanarak yapması durumunda velayetine zarar vermeyebildiği anlaşılmaktadır; bunun muhtemel sebebi Allah'ın yapılan eylemlerden ziyade kalpteki samimiyete ve ihlasa göre muamele etmesi olsa gerektir.
Diğer taraftan, bazen de hak yol üzere olduğu bilinen yüksek ihlas ve ibadet sahibi olan ve duası reddedilmeyen Allahın bir veli kulun doğru olmayan kararlar verebilmesi, yanlış davranışlar içinde bulunabilmesi mümkün olabilir. Mesela, bazı kaynaklarda anlatıldığına göre, İstanbul'un Fatih tarafından kuşatıldığı dönemde İstanbul'da yaşayıp, kuşatan ordunun başka bir ordu olduğu zannıyla, Bizanslılara yardım etmesi için Allah'a dua eden, yaşadığı sürece duası kabul edilen Cibali Baba'nın büyük evliyalardan olduğu, hatta dönemin kutbu olduğu rivayet edilir. Yakın tarihte yaşanmış benzer örnekler de anlatılmaktadır. Tabii ki evliyaların Allah dostu olduklarını ve istikamet üzere oldukları malûmdur; ancak anlaşılan o ki, evliyaların bile kararlarının ve davranışlarının kayıtsız şartsız doğru olarak kabul edilmesinin sakıncalı olabileceği, genel kabul gören prensipler çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği anlamına gelmektedir.
Özet olarak, Allah'ın kendi rızası için harcanan çabalardan ve yapılan faaliyetlerden daha ziyade, bu faaliyetlerin hangi samimiyet düzeyinde ve neden yapıldığına göre dergahında kabul ettiği ve bu samimiyet derecesine göre cevap verdiği; velâyet anlamına gelen, muhabbet ve dostluğuna bu samimiyet derecesine göre kabul ettiği anlaşılmaktadır; doğrusunu ancak Allah bilir.
![]() |
elâ inne evliyâallâhi lâ ḣavfun ‘aleyhim velâ hum yahzenûn Hattat Ferhat Kurlu Kaleminden Yunus, 62 |
Günümüzde şehitlik dendiğinde genellikle devletin kabul ettiği resmi şehitlik anlaşılmakla birlikte, bazı grup ve kurumların kullandığı, görev şehidi, devrim şehidi vb gibi kavramlar ile de karşılaşılmaktadır. Kur'an'a göre şehitlik ise, "Allah yolunda öldürülenlere sakın “ölüler” demeyin. Çünkü onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara 154) ayetinin ifadesine göre, şehitlik için olmazsa olmaz şart, samimi olarak Allah yolunda mücadele içerisinde iken, kişinin hayatını kaybetmesidir. Bununla ilgili olarak rivayet edilen bir olayda, Uhud’da Müslümanlarla birlikte savaşanlardan birisi, yiğitçe çarpışmış, ashap arasında “bugün onun kadar çok kahramanlık yapan olmadı” diye övüldüğü halde, Resûlullah (s.a.v.) onun için "O şehid değildir” buyurmuştur. Sahih kabul edilen bu rivayetten anlaşıldığına göre, Kur'an'a göre şehit olmak için, bazen savaşta hayatını kaybetmek bile yeterli olmayabilmektedir.
Diğer taraftan, İslam tarihinde sahabilerin birbirleri ile savaştığı, gerek Cemel Vakası gerekse Sıffin Savaşında, her iki taraftan hayatını kaybedenlerin şehit oldukları kabul edilmiştir. Bunun temel gerekçesi, hayatını kaybedenlerin Allah yolunda olduklarına samimiyetle inanmış olarak mücadele ederken hayatlarını kaybetmeleridir; yoksa haklı taraftaki şehit, diğer taraftakiler şehit değil vb gibi bir ayrım yapılmamıştır. Buradan anlaşıldığına göre, şehâdetin savaşta hangi tarafta yer alındığı ile ilgili olmasından ziyade, kişinin doğru olduğuna inandığı safta samimi olarak Allah yolunda mücadele ederken hayatını kaybetmesiyle ilgili olan bireysel bir manevi makam olduğudur.
Aynı yaklaşım genelleştirildiğinde, Allah mukaddes kıldığı için, canlarını, mallarını, namusunu korumak için mücadele ederken hayatını kaybedenler de şehit olacaktır; burada şehâdet için olmazsa olmazsa şart, kendi nefsi, hırsı, menfaati veya başkasının gözüne girmek vb gibi dünyevi bir amaç için değil, samimi inanarak Allah için mücadele ederken hayatını kaybetmesidir. Aynı yaklaşımla değerlendirildiğinde, doğru olduğuna inandığı yolda, sadece Allah rızası için samimi olarak mücadele ederken hayatını kaybedenlerin de ihlasları nispetinde şehit hükmünde sayılacakları anlaşılmaktadır. Kalpleri ve samimiyetleri ancak Allah bilir, şehadet mertebesini bahş edecek olan da ancak O'dur. Şehâdet mertebesiyle ödüllendilenler için Kur'an'da "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Aksine onlar diridirler ve Rableri yanında rızıklanmaktadırlar." (Al-i İmran 169) müjdesi vardır. Rabbimin bu müjdesine mazhar olup rızıklandırılanlardan olabilmek, şüphesiz büyük bir şereftir.
Bu yazılardaki bütün eksik, hatalı ve yetersiz değerlendirmeler ve yorumlar, benim eksik veya yanlış anlayışımdan veya yetersiz ifadelerimden kaynaklanmıştır.
Selam ve muhabbetle,
E.T.
------